28 Haziran 2013

3 Gezi Dediğin Nedir ki?

Alışamamıştı, alışamıyordu. İçine hapsedildiği küçük dershane odasında yüzyıllar önce dedelerinin uğradığı haksızlıkları sürekli sürekli Yavuz Sultan Selim’in başarısıymış gibi anlatmayı, karşısındaki sevimli gözleri yaşanılanlardan bihaber yetiştirmeyi ve buna zorunlu kılınmayı kaldıramıyordu.  Yaşamlarının en güzel dönemlerinde olan öğrencilerinin gözlerinin içine bakarak onlara yalan söylediği her an ruhundan bir parça koparılıyordu. Arada; acaba diyordu bu gözlerin arasında benim çocuk bakışlarım da var mı?  Aile içinde anlatılanlarla okulda anlatılanlar arasında yaşadığım gerginliği yaşayan bir göz. Arkadaşlarına bakarak benim bildiklerimi bilmiyorsunuz diye düşünen, benim bazı şeyleri bildiğimi bilseniz beni dışlarsınız korkusunu yaşayan küçük bir el. Ağzından yanlışlıkla bir şey çıkarmamak için çocukluğu bile yaşayamayan susan bir dil. 

Hatay’da küçük bir odada başlayan yaşamında, yanlış bir ülkede tarih öğretmeni olmak için yanlış etnisiteden ve yanlış mezheptendi Yasemin.  Vergi verdiği devletin akrabalarına karşı savaş hazırlığı içinde olması bile yaşamdan ve andan yeterince tiksindiriyordu. Fakat günde on saat ders anlatma, yüzlerce test sorusu hazırlama arasında yaratabilirse bir nefeslik an ve bulabilirse birkaç dost yürekle karşılıklı atılacak birkaç kadeh bile neşesini ve yaşam enerjisini geri getirebilecek kadar da yaşam doluydu.  Ona bile el uzatılmaya başlanmıştı, küçük nefes alma isteğine, sığındığı ince uzun kadehlere. 

Yaşayabilmek için çalışmak zorundaydı, kardeşlerine düzenli harçlık göndermek zorunda olmasa belki de çoktan bırakmıştı dershaneyi. Fakat sürekli şişen kredi kartlarının gölgesinde her sabah yeni bir güne değil yeni bir çalışma gününe uyanıyordu.  Gene şişmişti kredi kartları ve müşteri hizmetlerini arayıp limit artışı talebinde bulunması gerekiyordu, “umarım” diyordu içinden “işlemimi hızlı sonuçlandırırlar”, yeni taşındığı evin depozitosunu ve taşınma masraflarını ödeyebilmek için kuyumcudan altın almak ve daha sonrada gidip o altını başka bir kuyumcuya satmak zorunda bile kalmıştı. Öğrencilerine dağıttığı testlerin çözülmesini beklerken zihninde müşteri hizmetleriyle nasıl konuşacağını defalarca yaşıyordu.

O an bankanın müşteri hizmetlerinde karşısındaki numaralara bakıyordu Alper, hiçbir zaman sıfırlanmayacak olan sırada bekleyen müşteri sayılarına. Telefonun diğer ucundakiydi O, her zaman aradığınız tüm küfürleri etmeyi hak gördüğünüz, bankanın şeytani yüzü.  Büyük bir insansızlaştırma ve böylece daha fazla kar etme politikasının görmediğiniz mağduru. Boktan bir çay molasında bile süpervizörü tarafından lokmaları boğazına tıkılan beden, sürekli konuşmaktan geceleri rüyasında bile konuşan ses. Anlamını bile bilmeden iktisat bölümünü seçmiş ve sonucunda sekreter olmuş beyin.  40. müşterisini bekliyordu, küçük bir açılma sesi ve daha sonrasında derdini anlatmaya başlayan bir ses, sorulan sorular vb. sürekli sürekli içine hapsolduğu döngü.

“Buyrun ben Alper nasıl yardımcı olmamı istersiniz” cümlesiyle başlamıştı tekrar konuşmaya, arkasından uğultulu bir ses olan bir kadın derdini anlatmaya çalışıyordu, önce kimlik bilgilerini doğrulaması için ezberlediği soruları sordu.
“Buyrun” dedi “Yasemin hanım size nasıl yardımcı olabilirim”
“Kredi kartı limitini arttırmak istiyorum”
“Ben başvurunuzu ilgili birime iletiyorum”
 “Bir de” durdu biraz bekledi Yasemin  “iletişim adresimi güncellemek istiyorum”.

İletişim adresini güncellerken bir tuhaflık fark etti Alper, apartman adı, sokak, “ama” diyordu içinden “bu benim apartmanım”,  Yasemin daire numarasını söylediğinde küçük çaplı bir şok yaşadı Alper daha geçen günlerde karşısına taşınan kadındı telefondaki ses. 1.65 boylarında ince ve zarif fiziğiyle oldukça güzel bir kadın. İçinden küçük bir muzurlukla son ekstre bilgilerine baktı, kadın hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak istiyordu. Evet diye düşündü, bilmem ne kuyumcusunda yüklü bir alışveriş demek ki altına ve takıya düşkün bir tip, uzak durmakta yarar var. Birkaç mağazanın taksitleri, bol bol dedi kıyafet alışverişi tam çıtkırıldım yani, uzak duran ayaklarım daha uzak durmalı.

Günü yoğun geçmişti Yaseminin bir yandan yeni taşındığı ve yeni taşındığı için alışamadığı evi yerleştirirken bir yandan da bölüm başkanının istediği soruları hazırlıyordu. Kaçamak zamanlarında ise facebookda birkaç eş dosta laf atmak istiyordu. Facebook’u açtığında tam olarak kavrayamadığı bir şeyler paylaşılıyordu, sürekli bir isyan hali, önemli çok önemli bir şey olmalıydı. Televizyonu açtı, haber kanallarına dolaştı büyük bir olaydan bahsedilmiyordu, arada penguenlere daldı gözü eskiden de izlediği belgesele.

Paylaşılan bir fotoğraf neler olduğunu anlatmaya başlamıştı Yasemin’in yorgun zihninine “devrim televizyonlardan yayınlanmayacak” yazıyordu fotoğrafta. Yaralı milletvekilinin durumuna dair paylaşımları görünce koca bir oha sesi çıkardı, başka bir milletvekilinin ise herhâlde gazı özlemişlerdir şeklinde yaptığı yorum ise sinirlerinin daha da gerilmesine yol açmıştı. Televizyondan bir şey gösterilmese de oradan buradan canlı yayın şeklinde paylaşımlar yapılıyordu. Alsancak’tan yayın, İstiklal’den yayın.  İnsanlar an’ı paylaşmaya başlamışlardı, tomalar altında kalan eylemcilerin haberleri, yaralıların haberleri, avukat numaraları. Devasa bir ağın içinde kaybolmuştu, neler kaçırmıştı ki neler olmuştu, bir süre sonra düşen bir fotoğraf olayların nedenini anlamasına yetmişti, kırmızı kıyafetli bir kadının yüzüne sıkılan biber gazıydı fotoğraftaki an. Sinirlenmişti, hafiften avuçları terlemiş bir şeyler yapmak istiyordu, bir şeyler yapabilmek.  İnsanlar bir yerlerde acı çekiyordu ve televizyonlar hiç bir şey göstermiyordu, büyük bir sessizliğin içine gömülmüştü –an-.  Paylaşılanları o da paylaşmaya başladı, eğer varsa yaşanılanları bilmeyen birileri belki değebilirdi,  olaylara dair her videoyu, her fotoğrafı paylaştı, o an elinden başka bir şey gelmiyordu, sadece izlemek ve paylaşmaktı etkisi.

Karşı dairede Alper’in ise aklındaki tek soru neden televizyonların sessiz kaldığıydı. Medyaydı ya bu amacı olanı olduğu gibi anlatmak olmayan, aksine olayı yönlendirmek olan ağ sessiz kalmıştı. Bu sessizlik içine şüphe düşürmüştü Alper’in, acaba diyordu içinden bu sessizleşme; korkudan ziyade olayları daha da alevlendirmek için atılan bir adım mı? Avrupa borsaları dalgalanmaktaydı ve dolar müdahaleyi gerektirecek sınıra yaklaşmıştı, altın hızla düşerken bir yandan da FED’in açıklamasına göre insanlar pozisyon almak için beklentideydi. Medyada anlatılanların aksine diken üstündeydi ekonomi çevreleri ve her an kriz yaratan, krizden beslenen bir sistemin şiş göbekleri ise ufak bir hareketlilik bekliyorlardı. İçinde daha da büyük bir şüphe oluşuyordu düşünceler arasında dolaşırken, acaba polislerin şiddeti, anlamsız şiddeti ve insanları sinirden köpürten hareketleri medyanın duruşuna paralel olabilir miydi? Bilmeden, istemeden de olsa bu olayları daha da büyütmek için hareket ediyor olabilirler miydi yoksa direk olayları alevlendirin emirlerini mi almışlardı?

İnsanlar sokaktaydı, insanlar medyaydı, insanlar aktifti, insanlar alevlenmişti, olayları anlayamıyordu Alper beyni iflas ederken küçük bir bira molası vermek istedi. Soğuk bir bira belki düşüncelerini toparlamaya yeterdi.  Mutfağa doğru ilerlerken kapısı çalındı gelen Yasemin’di eğer varsa bir miktar türk kahvesi istiyordu. Uzun zamandır unuttuğu bir hareketti bu karşı komşunun bir şeyler istemesi, kadının hareketi ve kahveyi isterken ki nezaketi tuhaf gelmişti. Bankada bilgilerine baktığında zihninde yarattığı imgeden daha farklı bir boyuttaydı sanki kadın, öz hakiki tük kahvecisi Mehmet efendi kahvelerinden iki fincanlık kadar verip Yasemini uğurladıktan sonra odasına geçip birasını yudumlarken  “İnsanlar can çekişiyor bu haspam kahve peşine düşmüş” diyordu.

Türk kahvesi içine atılan gribinle uykuyu açma taktiğini babasından öğrenmişti Yasemin, içinden bir şeyler uyumasını istemiyordu. Uyumaya karşı savaşmak, gelen haberleri yayma görevini hakkını vererek gerçekleştirmek istiyordu, hiç bilmediği cafelerin, iş yerlerinin wifi şifrelerini, o an güvenli olabilecek yerleri paylaşıyordu. Bir isyanın içinde olmasa da adım adım yaşıyordu, isyanın ateşi sarmıştı bedenini ve isyan anında uykuya yer yoktu.

Yasemin’in paylaştığı her ileti her durum güncellemesi sıkıştığı yalnız olduğuna inandığı hayatında yalnız olmadığını bağırır nitelikteydi. “Rahatsız olan, içinde öfke barındıran sadece ben değilmişim” diye düşünüyordu.  Sinirlendikçe rahatlıyor, rahatladıkça içini büyük bir heyecan kaplıyordu. Nasıl ama nasıl hareketlenmişti insanlar, tepki duyduklarını hatırlıyordu, başbakanın ağzından çıkan her sözün nasıl yaşam alanına müdahale ettiğini, televizyonda gösterilen rezistans reklamlarını, iki kelimeyi yanyana getirip cümle kuramayan milyonerleri,  cemaatçilik ayağıyla zengin olanları, kpss sınavında, üniversite sınavında yaşanılan kopya skandallarını, yakınında herkes işsizken sürekli az gösterilen işsizlik oranlarını, her gün bir yerde ortaya çıkan kadın cinayetlerini ve en önemlisi her gün özgürlüğünden kopan parçaları. Yaşamına bakıyordu ilk gençlik yıllarında kurduğu hayallerden geri kalan kırıntılara, öğrencilerinin gözlerine utangaç bakışlarını hatırlıyordu onları bekleyen daha fark etmedikleri korkunç geleceği. Belki gelecek için bir şeyler yapılabilirdi artık. Biz kaybolsak da onlar için direnebilirdik.

Direnmek, baskıya karşı direnmek. Değişik yerlerden yapılan canlı yayınları izlerken umarım diyordu Alper gençlerin başına beklemedikleri olaylar gelmez. Camilerin altına yapılan marketleri bile yandaş cemaatlere kiralayan bir anlayışın ellerindeki din pazarını kaybetmemek için askerlerini alanlara dökmemesi beklenemezdi. Ellerinde sopalar ve tekbir sesleriyle mahallere kontrolsüz dağılmış bir kalabalık kulaklara imkansız gelse de çok ama çok daha kötüsünü yaşamıştı bu toprakların sakinleri, 6-7 eylülü, darbeleri...  Her acıdan bir parça kalmıştı bu topraklarda. Sosyal medyada takip ettiği farklı politik görüşlü insanlardan benzer iletiler gelmesine şaşırıyordu. Aynı masada, aynı tabağa kaşık daldırmayacak kadar nefret dolu insanlar öfkede ortaklaşmışlardı. Bir öfke patlamasıydı sanırım yaşanılanlar. Öfkeyi patlatan gezi parkı mıydı yoksa bilerek mi patlamıştı bilmiyordu ve içinden umarım diyordu kendiliğindendir bu hareket. Kendiliğindense birçok anlamı barındırır içerisinde.

Cumhuriyet mitinglerinden kalma bir bayrakla sabahın ilk ışıklarıyla sokağa attı kendini Yasemin,  hedefinde Taksim vardı, ara sıra arkadaşlarıyla takılmak için gittiği Taksim’e bu sefer onu almaya gidiyordu.  Nasıl alacaktı, başına neler gelecekti bilmiyordu tek isteği orada olmaktı, orada direnişin içinde olmak. Mustafa Kemal’in askerleriyiz sloganını atan kalabalığın içine daldı, Mustafa Kemal birçok insandan daha farklı anlamlar taşıyordu onun için, çoğu insanın bilmediği tarih kitaplarında geçmeyen bir iç savaşı bitiren adam.  Dedelerinin komşuları tarafından katledilmesini ya da tersini engellemişti. Gizli kapalı da olsa onun açtığı yol sayesinde ibadetlerini rahatça gerçekleştirebiliyorlardı. Kötü günler unutulmuştu fakat kadim korku vardı hem kendisinde hem de tüm akrabalarında. O kadim korkunun alevlendiği günlerde sarılacak tek kişi vardı onun gözünde Mustafa Kemal.

Gözüne çarpan pankartlarda algı yönetiminin ters tepişini okuyordu Alper  taksime çıkmaya savaşırken.  Uludureyi unutturmak için kullanılan kürtaj tersine çevirerek pankartlaştırılmıştı. Neydi ki Uludere, hükümet yandaşlarının iddia ettikleri gibi iyice köşeye sıkışan Pkk’yı kurtarmak için uzaktan bir dokunuş muydu yoksa pek dile getirilemeyen kaçakçılık yollarına ve böylece kaçakçılık üzerinden güç dağılımına yön vermek için yapılan bir devlet müdahalesi miydi?  Cevapları pek bulunamazdı belki de basit bir kazaydı.  Arkadan gelen grup Mustafa Kemal’in askerleriyiz sloganlarına karşılık kimsenin askeri değiliz sloganının atıldığı kalabalığın ortasındaydı. Hiç kimsenin askeri değilim kardeşim diyordu içinden, sizin bu zihniyetiniz yüzünden şu an bu acıları yaşamıyor muyuz? Tek dil, tek bayrak, tek din. Olmuyordu, oturmuyordu zorlamayla tek tipleştirmeye çalıştılar ama olmadı.  Elit bir kesim yaratıldı, o elit kesim kaybetti gücünü, şimdi ise Mustafa Kemal’in askerleriz sloganıyla eski gücünüzü geri almak istiyoruz ama yemezler.  Daha dün akşamki kravatlı halini hatırladı, o halinden çok uzakta bir gecede öğrencilik yıllarına hızlı bir dönüş yapmıştı.  Çakma bir maske ve solüsyonla daha da öne geçmek istiyordu, boğazını yakan yoğunluğa inat ilerlediği her adımda daha da nefes alıyordu, tanımadığı bilmediği insanların arasında hatırlayan bir Ben’di.

Sevişirim evlenmem, hamile kalırım doğurmam pankartını taşıyan bir kadının yanında yürürken içindeki “sana ne lan bedenimden, nasıl doğuracağımdan, kimden doğuracağımdan“ çığlığını durduramıyordu Yasemin.  O günlerde yaşanılan tartışmalardan ne kadar etkilendiğini daha yeni yeni fark ediyordu, attığı her sloganda, gördüğü her pankartta içinde  bir yerlerde saklı kalmış tepkileri de patlatıyordu. Maça mı gidiyordu yoksa direnişin ortasında mıydı anlayamıyordu Yasemin, gerçi maçada hiç gitmemişti fakat birkaç defa denk gelmişti bu dile. Futboldan anlamasa da hiç takım tutmasa da sempati besliyordu Çarşıya.  Van depremi sonrasında kampanyalarını duymuştu ve o meşhur keskin zeka sloganları,” gel bakalım gel bakalım” diye bağırmadan kendini tutamıyordu fakat ah o küfürler.

İyice havaya girmişti Alper, “zıpla, zıpla zıplamayan…”  beklediğinin aksine eğleniyordu. Biber gazlarının etkisi kahkaha attırmak olmalıydı. “Zıpla, zıpla zıplamayan…. ”  politik dilini delikanlılık üzerinde inşa etmiş bir insana en sert tepki bu tribün dilinden geliyordu.

Susan vicdanlara seslenmek için sokak köpeklerinin fotoğraflarının altına “bir araba gelip çarpana kadar şimdilik her gün dayak yemek zorunda”  yazılır ya tam da o halin insanlaşmış formudur Tarzan. Adını kendi de unutmuştur, belki de unutmak istemiştir.  Cepçiliktir geçim kaynağı, girilmesi tehlikeli olan sokakların sahiplerindendir, tıpkı geceleri gezi parkının da olduğu gibi. Bir şafak baskınındaki şiddetten ayaklanmıştı insanlar oysa kendisi hemen hemen her sabah aynı muameleye maruz kalıyordu. Tekmeyle uyandıran, polis – vatandaş. Üniforma fark etmiyordu şiddetin boyutunda, sadece polisler tekniklerini geliştirmişlerdi. Dayakla uyandırılmak konusunda kendisi gibi olmayanlarla ilk defa ortaklaşıyordu fakat kendisi yüzlerce kere maruz kalsa da bu muameleye haklarını savunmak için yürüyen tek bir insan bile olmamıştı.  Doğduğundan beri an’a kadar “Hak” da kalmamıştı Tarzan’ın gözünde “insanda”. Sabahtan beri yaşadıklarını anlamlandıramıyordu.   “Öne gidiyorsan benim maskemi al” demişti bir okullu,  geriye doğru koşarken ayakları birbirine dolanıp sendelediğinde ise başka zaman olsa korku dolan gözlerle ona bakıp yolunu değiştirecek olan bir kadın Tarzan’a sarılıp düşmesini engellemişti.  Şimdi ise Rojin’le omuz omuza en ön saftaydı. Tam polise taş atacakken engellemişti Rojin, Tarzan ciğerlerine dolan gazın etkisini suyla bastırmak isterken de Tarzan’ın su içmesini engellemiş kusmasını sağlamıştı.  Hayatında ikinci defa bir insanla omuz omuzaydı, tam olarak neye karşı olduğunu bilmiyordu, Rojin’in kim olduğunu Rojin’in neye karşı olduğunu da ama tuhaf bir biçimde güveniyordu.  Kolkola kenetlenip yürürken bileğinden başlayıp omuzuna kadar çıkan sıra sıra façalar Rojin’i rahatsız etmiyordu, neden bu kesikler diye sormamıştı Rojin,  Tarzan’a hayatında ilk defa bir insan kesikleri sormamıştı.

1 Mayıs’a katılmamıştı Rojin, Taksime çıkmak için uğraşmak Taksimin simgesel değerini tekrar tekrar üretmek ve bu üretilen değere oluşan baskıyla denetlenmek, kontrol edilmek ve belki çıkılırsa atılacak saçma zafer çığlığına bulaşmak istememişti.  Şehir planlamacıların yönlendirme politikalarına inat öngörülemeyen yerlerde toplanmayı teklif etmişti.  Öngörülemeyen yerlerde toplanmak, rant alanlarında değil mahallelerde toplanmak orada direnmek;  eylemi, kutlamayı anlamlı kılabilirdi. Şimdi ise Taksimi almak için en ön saftaydı,  meselesi ne ağaçtı ne de neo-liberal politikaların üzerinde yarattığı etkiye isyandı. Meselesi daha derindi,  hafızasından çıkmayan bir çocukluk anısında saklıydı isyanı. Köy meydanında babasının ve akrabalarının çırılçıplak soyundurulup askerler tarafından dayak atılması anısıydı bu, olaydan iki ay sonra gelmişti babasının cenazesi. Çocukluk oyunları parklarda kaydıraklar değil de bahçelerinde buldukları bombaları yaktıkları ateşin içine arkalarına saklandıkları kayadan atarak ne kadar şiddetli patlayacağını duymaktı. Bombanın sesi onun çocuk gözlerinde hem oyun hem de korkuydu. Büyüyünce ise İstanbul macerası, gecekondularda yaşam mücadelesi.  Çözüm süreci denilen süreç önemsizdi onun gözünde, babasını akiller denilen showgirl’lerin gösterileri için kaybetmemişti. O insanlar anlayamazdı bombaların kokusunu, daha birkaç ay önce dağda domuz yiyorlar yazan biri çözemezdi bu sorunu.  Önderi de yoktu, önderlik geyiğini umursamıyordu, kendini tanrı sanan kimin kucağına oturduğu belli olmayan bir adam artık benden de tarihimden de uzak dursun diyordu. Yoldaşı yoktu artık, yolu yoktu sadece öfkesi vardı, her adımda kendini belli eden öfkesi. O öfkeye yer yoktu o an, kontrol edebilmesi gerekiyordu,  hem kendisi için hem de omuz omuza direndikleri için. Biliyordu birbirinden farklı hayat hikayeleriydi kol kola girdikleri, birbirinden farklı öfkelerdi ve büyük çoğunluğu ise acemi isyancı.

Bir biber gazı, ikincisi derken seri halinde sayılamayacak kadar atılan biber gazları. Öldürmeye geliyorlar diyordu Rojin, arkasındaki kalabalığın ara sokaklara hızlıca kaçıştığını gördü, yanındaki Tarzan’ın mermi sıkın lan bağırışları arasında güvenli geri çekilme planları yapıyordu. Hadi artık diyerek uyardı bir süre sonra Tarzan’ı, koşarak ara sokaklardan birine girdiklerinde ise yolun ortasına sendeleyen bir kadın gördü Rojin.

Nefessiz kalmıştı Yasemin; uykusuzluk,  gece boyunca yaşadığı sinir patlamaları ve gazların etkisi. İnsanların kaçışları arasında umarım birisi arkadan bana çarpmaz diyordu, yerde bir noktayı odaklamak istiyordu bakışlarında ama olmuyordu, dizlerini kontrol edemiyordu, terlemiş avuç içleri, kızarmış ve uyuşmuş bilekleriyle artık daha fazla dayanamayacaktı.  Rojin Yasemin’e doğru o düşmeden yakalayabilmek için koşarken Tarzan çoktan Yasemini kucağına almıştı. Gaz bulutu arasında zar zor seçilen bir el kendilerine gelin işareti yapıyordu. Alper’di bu işareti yapan, “üçüncü katta hemşire var” dedi Alper yaralıyı taşıyan Tarzan ve Rojin yanına yaklaştığında  “oraya çıkartın” 


Apartmanın üçüncü katı bir travestinin eviydi ve başörtülü bir hemşire gelen yaralılara imkanlar dahilinde ilk müdahaleyi yapıyordu. Umarım başını çarpmamıştır dedi hemşire Yasemin’in göz kapaklarını açıp göz bebeklerine bakarken. Yaralının yatırılması gerektiğini söyledi. Rojinle hemşire yaralıyı travestinin yatağına yatılırken odaya giren Alper gördüğü manzara karşısında şaşkınlık içindeydi. Özel alan-kamusal alan bilumum alan tartışmalarının, bilinen kimlik tartışmalarının öldüğü bir an’dı.  Rojin yaralının elinden sımsıkı sıktığı bayrağı alıp, katlayıp yaralının çantasına yerleştirirken Alper’de yaralının yüzündeki maskesinden yüzünün boşta kalan bölümünü suyla temizliyordu. Yaralının yüzüne odaklandıkça tuhaf bir şekilde yaralıyı tanıdığı hissi kapladı içini ama zaten anlamsız diyordu, şu an herkes tanıdık değil mi, şu an direnen herkes tanıdık…

3 yorum:

  1. O koşuşturmaları ve birlikteliği güzel anlatmışsın eyvallah eline sağlık

    YanıtlaSil
  2. Mükemmel bir yazı olmuş. Tebrik ederim.

    YanıtlaSil

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye