31 Temmuz 2012

0 İpuçları ve Püf Noktaları

2004 yılı. Jean Baudrillard konferans vermek üzere Türkiye’de. Mahşeri bir kalabalık içinde, bahisler o dahiyane soruyu kimin soracağı üzerine. Tam da olması gerektiği gibi, kareli gömlekli dinleyici nefeslerin tutulduğu bekleyişin ardından yüreğimize su serpen soruyu sordu: “Peki, Mösyö Baudrillard, bahsettiğiniz küresel iktidara karşı nasıl bir mücadele önerirsiniz?” Bingo… Yahu güzel kardeşim, hadi hiçbir eserini okumadın, metni de mi dinlemedin? Kimden neyin reçetesini istiyorsun? Zaten o kareli gömleğinde sos oynayasım geldi. Oldum olası sofra bezi gömleklerden haz etmem. 

Bu tür konferanslar öncesi ortalıkta derin muhabbetin içindeyiz izlenimini güçlendirmek için habire içilen çayın, kahvenin etkisidir bu. Oysa konferanslara şeffaf pet şişe içerisinde su getirilmeli ve metal aksesuar içermeyen sade bir kıyafetle gelinmelidir. Şekil yapılmamalıdır. Yoksa kendinizi yeni sosyal hareketleri kaç kere zikrettiğinizin hesabı tutulamayacak bir soruyu sorarken bulabilirsiniz. 

Eğer hesaplar tutmadıysa, bütün dikkatimizi Harvey’e vermeliyiz. Bu sefer kendimizi daha şanslı hissedebiliriz. Spiral çizmekten yer kaldıysa, not tutmakta fayda var. Proletaryanın tanımı değişti mi? Kesinlikle, ihtiyacımız olan şey sanırım bu ama daha fazla ipucu gerekiyor. Kentsel ölçek mi? Aman allahım. İnsanın coğrafyadan anlaması da bir başka oluyor. 

Oyun terminolojisinden ödünç alarak söyleyebilirim ki ihtiyacımız olan Tip & Tricks - İpuçları ve Püf Noktaları. Böylelikle senaryoda ilerlemeye devam edebiliriz. Ama herkesin katilin uşak olduğunu bildiği bir finalde bu gereksinim niye. Sanırım her şey çok karışık ve bir o kadar basit, çok yakın ve bir o kadar uzak. Elbette insanların fikirleri dinlemek ve tartışmak için biraraya gelişleri değil parodik olan. Öyleyse bu TEDtalks kafası da nereden çıktı?
Devamını oku...

30 Temmuz 2012

0 Ay-Nur (vol.2 Oyun) (part 2 - El Almaz)

Önbilgi: Kağıt oyunlarına kağıtları sadece elinde tutanlar görebildiği için kapalı oyunlar diyebiliriz, kapalı oyunlarda stratejiden çok yüz ifadeleri önemlidir, blöfün blöf olup olmadığına dair yüz ifadeleri ya da duraksamalar diğer oyunculara eldeki kağıtları tahmin olanağı sağlar. Tavla, satranç gibi oyunlarda ise oyun açıktır, oyunun o anki durumunu tüm oyuncular görür; bu nedenle, açık oyunlarda önemli faktör kendini ne kadar iyi sakladığınız değil stratejidir. 

Tepkisizlik birçok durumda en korkulandır, en sinir bozucu olan, öyle anlar vardır ki karşınızdaki insanın eylemlerinize olumlu ya da olumsuz bulduğunuz anlamlarda tepki vermesini beklersiniz; hele ki haksızlık ettiğinizi düşünüyorsanız ya da düşündürülüyorsanız ve tepkisizliği cezalandırma amacıyla kullanan bir insanla karşı karşıyaysanız. Hayatınızın en zor, en sinir bozucu dönemindesiniz demektir, bir daha tepkisizliğe düşmemesi için hemen hemen her eylemde oyuna başvurursunuz; düşünmedikleriniz düşündükleriniz olur, yapmak istemediğiniz eylemler eylemleriniz, onun için dersiniz aslında, tam aksine kendi rahatınız ya da alışıldıklarınız için. Tepkisizlik alışıldıklarınızı bir anda alışılmadık, özlenen yapar. 

Ara sıra tepkisiz insanlarla tanışırsınız, “tanıştığıma memnun oldum” lafına bir tepki beklersiniz, karşınızdaki sadece size bakıyordur; belki onu tanıyıp tanımadığınızı, ezberden kurduğunuz cümlelerin saçmalığını düşünüyordur, belki de tepkisizlikle bunu size anlatmaya çalışıyordur. Tepkisizler karşısında kendinizi rahatsız hissedersiniz, ilk tanışma anında sizi onun zihninde anlamlandıracağını düşündüğünüz tüm kişisel özellikler bir anda hiçleşir. Tepkisizlerin karşısında çıplaklaşırsınız ve çıplaklaştıkça ne olduğunuz ve neyi oynadığınız ortaya çıkmaya başlar, bu nedenle tepkisizler insanları en iyi gözlemleyebilenlerdir. 

Herhangi bir kadına yapılan tecavüzü kınamak için protesto eden bir gruptaki insan sayısı yüzü geçmezken “Fatmagül’ün suçu ne” dizisindeki tecavüzü milyonlar keyifle izler ve siz bu tepkisizliğe anlam veremezsiniz, kaçış noktalarınız insanların eğitimsizliği de olabilir ya da insanların sizin gördüklerini göremediklerini düşünmeniz ya da medyanın gücü ya da medyanın insanları düşünmeyen maymunlara dönüştürmesi. Fakat içinizde bir yer bu duruma anlam veremez, açıklamaların hepsi yetersizdir, sizin uğruna mücadele ettiğiniz, en çıkarsız en saf önerme “tecavüze hayır” önermesi bu tepkisizlik karşında anlamını yitirir, insanların zihinlerinde yaratmayı planladığınız patlamaları gerçekleştiremez, enerjisi yok olur. 

Sinek as, papaz ve yanına iki küçük kağıt, maça as, papaz ve yanına bir küçük kağıt, kupa papazının yanında üç tane ara kağıt ve iki tane karodan küçük kağıt. Oyun hamuru gibi bir eldi, nerden versen oradan yer, kız almaz denilse iki kızın yanında bir üçüncüsüyle bildiğin grup sex olurdu, erkek almaz da maça erkeklerin yanında sinek erkeklerle kol kola gezerdik. Belki karo erken biter ve karo büyüklerin üzerine oynanırsa erkekleri yedirebilirdi, kupa almazdan belki kurtulabilirdim dört tane kupayı ceza haneme eklerdim, el almazda dört ya da beş eli alırken belki Rıfkı denilse oyundan ceza almadan kurtulabilirdim ve elinde karo olana gülümserdim. Cezacı kağıtları inceliyordu, zihninden oyunu hesaplıyordu; bu birkaç ceza oynayabilen bir eli olduğu anlamına ya da ara kağıtlarla dolu belirli bir cezayı oynayamayan bir eli olduğu anlamına da geliyordu. Elimdekilere bakılırsa birinci ihtimal daha kuvvetliydi. 

Okunacak cezayı beklerken solisti bir sonraki görüşümü hatırlamaya çalışıyordum, gece Alsancak’ta bir teras katında başlamıştı. “- Önce ciğeri alır güzelce yıkarsın sonra kimyon, karabiber ve tuzla hazırladığın baharat karışımına bularsın, daha sonra düz bir biçimde parçalanmış soğanlarla etrafını kaplarsın ve iki gün dinlenmeye bekletirsin. İki gün sonra baharatları içine çekmiş halde karşındadır ve soğanların arasından çıkardığın ciğeri kızartmaya başlarsın ve kızarmaya başladıktan sonra üstüne kekik serpiştirirsin.” Neden ciğer tarifi verdiğimi anlamıyorlardı; “yerleştirme sanatı nedir var mıdır?”, ”dekorasyondan ne farkı vardır?” tartışmasının ortasında biri çıkmış ciğer tarifi veriyordu, moda tasarımcılarının ortasındaydım ve kendilerini ne kadar dev aynasında görseler de mahalledeki terziden farklı olduklarını düşünmüyordum. Hatta mahalledeki yaşlı amca daha cana yakın ve bilgili geliyordu, kimi zaman ananesinin sürgün zamanında gördüklerini anlatıyordu kimi zaman ise Bornova’nın tarihini. Dev aynasında görmese de kendini birçok iş adamının ve bürokratın giysisini dikiyordu; sinirli olduğu zamanlarda ağzı bozuk oluyordu, o zamanlar onda kendimi görüyordum küfür haneme eski küfürleri de ekliyordum. Bu topluluğun içerisinde ise bildiğim tüm küfürleri saymak istiyordum ama sadece ciğer örneğiyle yetinmiştim. Bir kişinin çıkıp neden bu örneği verdin demesini bekliyordum, işte o zaman ciğeri alıp moda tasarımcısının bakışını yerleştirebilirdim örneğime, baharatlar oryantalizm olurdu soğanlar ise demokrasi, laiklik sonucunda pişmeye giden ciğer ise onların nesneye bakışı. Biraz daha abartıp ciğeri kızartmak yerine zaman ayarlı bir mikro dalganın içerisinde pişirir ve kahrolsun dijital sanat diyebilirdim. Fakat kimse sormadı belki başlarına geleceğini bildiklerinden belki de önemsemediklerinden. Sadece bir kişi gülümsüyordu, terasta biralarımızı yudumlarken bir ara gözlerden kaybolmuş ve geri döndüğünde yüzünde şapşal bir gülümseme belirmişti, ne içtiğini anlamak için ev sahibine tatlı bir şeyler var mı diye sordum; gözlerinde ki iştah ve ağız hareketleri az önce odada yaptıklarının özeti gibiydi. 

Cezacı el almaz okumuştu, iki yüz elli ya da üç yüzlük bir ceza yiyecektim el almazda, karoları erken bitirirsem sinek ya da maçalardan yiyeceğim cezaları azaltabilirdim. Belki de sonradan elimin sıkışmaması için maçaları ve sinekleri baştan alıp sonra köşeye çekilip kupa papazdan kurtulmanın planlarını yapardım. Cezacı karo beşliyle oyunu açtı ve el almazın en can sıkıcı sahnesini yaşadı; tüm masa altına girdi. Daha oyunun başında planlamadığı bir yerden darbe gelmişti, ilk başta karo dönmesi elimi kaçış alanını da yaratıyordu. Cezacı bu sefer küçük bir maça attı solumdaki ise maça velet, altına girebilirdim fakat sonra elimde birikebilirdi. Almakla almamak arasındaydım, peki ya maça velet düşmek ne anlama geliyordu, elinde dokuz, on velet gibi bir seri olabilirdi ya da velet tek de olabilirdi. Seri varsa tekrar maça oynama ihtimali düşüktü… 

O gece terastaki grup küçük bir oyun oynamak istemişti, birisi gruptan uzaklaşır ve grup üyeleri gidenin bilmediği karakterlere bürünürler ve tekrar geri çağırılan kişi grup üyelerin büründükleri karakterlerdeki ortak mantığı bulmak için teker teker soru sorar. Bu herhangi bir filmin karakterleri olabileceği gibi, yüz yıl sonra yaşasan olmak isteyeceğin bir karakterde olabilir. Bana bu oyun oldum olası yavşakça ve salakça gelirdi, zaten o an ve gün içerisinde hemen hemen her an olmak istediğimiz karakterleri oynuyorduk; bunu oyuna çevirmek ise, ne olduğumuzu saklama ve ne olmadığımızı kabullenme, ona sarılma ve sahte bir mutlu olma seansı olarak geliyordu. İzin isteyip kaçacakken az önce takılan kadın da benimle gelmek istedi, ev sahibinin “yapmayın ama” sözlerinin yanında neden gitmemiz gerektiğine dair inandırıcı mazeretler eşliğinde kapıya doğru ilerliyorduk, ev sahibinin bir daha beni görmek istemeyeceğini ve gene gel demelerinin yalan olduğunu biliyordum. 

Sokak kapısından çıkarken ben bir yerlerde içmeye devam edeceğim dedim, onunda dönmeye niyeti yoktu, dışardan kalabalık görülen ilk bara attık kendimizi. Karadeniz müzikleri çalan bir grup vardı ve repertuvarın çoğunu Kazım Koyuncu oluşturuyordu, Kazım Koyuncu olmasa bu tarz gruplar ne yaparlardı bilmiyorum, Karadeniz müziği çok daha geniş bir alandı ama insanların dinlemek istediği sadece Kazım Koyuncu’nun sunduklarıydı. Garip bir durumdu, sonradan çıkanlar insanların gözünde yer edememişti ama garip bir adam garip bir biçimde reklamsız, klipsiz insanların kalbinde yer etmişti. Arada sigara içmeye çıktığımızda kendini anlatıyordu, küçük bir yayın evinde çevirmendi ve elinde saçma bir tıp kitabı vardı, 1.70 boylarında güzel bir kadındı, bana dair sorularını cevapsız bırakmamdan konuşmayı sevmediğimi anlamış ve kendini müziğin ritmine bırakmıştı. 

Maça veledin yanında küçük bir iki maça olabilirdi ve bir yerdeki kağıtları bitirebilmek için eli kendine almak istiyor olabilirdi. Eğer bitirirse oda korktuğu bir yerdeki kağıtları kaçacaktı. Elime göre ise kupa ya da karoydu bu kaçmak istediği kağıt. Karo olma ihtimali kupadan yüksekti, cezacının açılışı karoyla yapması ve tekrar karoya dokunmamasında onun da elinde karonun az olduğunu gösterebilirdi ve karoların hem sağımda hem solumda biriktiğini gösterirdi. Birbirleri üstüne oynarlarsa aradan sıvışma ihtimalim yüksekti. Eli maça asla alıp hemen elimdeki son karoyu çıkardım, altında tek kağıt kaldığı için rahattım. Koltuk altım bir üstüne çıktı, cezacı elindeki kupa astan kurtuldu, solum ise benim kağıdın bir altını çıkardı. Toplamda yedi karo oynanmıştı, geriye kalan altı karo üçer üçer karşılıklı dağılmış olabilirdi. Koltuk altım bir önceki eldeki taktiğinden inatçı biri olduğunu belli etmişti. Tekrar karo oynama ihtimali yüksekti. 

Mekanın asma katından, üst bakışla insanları izliyordum, eğlendiğim bile söylenebilirdi. Kalabalığının arasında solisti fark ettim, arkadaş grubunun içinde gözlerini sahneden alamıyordu, şu an o da dinleyiciler arasındaydı ve sahnedeki sertliğinden eser yoktu. Uzun bir süre izlemiş olmalıyım ki tanıyor musun sorusunu zar zor işittim. Solisti gösteriyordu, hayır anlamında başımı sallayınca tanışmak istersen onunla tanışabilirim dedi, bu işlerde iyiyimdir. Saçmala diyebildim tekliften duyduğum rahatsızlığı belirterek, “ben sadece izlemek istiyorum”. Sadece onu izlemek istiyordum, altında durduğu kırmızı ışık yüz ifadesinin görülmesini zorlaştırsa da, “acaba şu an çevresindeki insanlara oynuyor mu?” sorusunun yanıtını alabileceğimi düşünüyordum; yanına yaklaşabilirdim ama uzaktan kendimi daha rahat hissediyordum; yukardan bakmak içimdeki gereksiz bencilliği de yüzüme vuruyordu, kendini bir bok sanmak ve insanların arasına karışmamak. 

Hikayeni duydum diye bağırdı bu sefer, ne hikayesi diyebildim benim bilmediğim bir hikaye mi vardı? O sen değil misin dedi, hani sevgilisinin ardından evini yakan? Evimi yakmadım diyebildim, sadece temizledim ayrıca o sevgilim değildi sadece.... Gerisini söyleyemedim, ben yolcuyum diyebildim benim gibilerin sevgilisi değil yoldaşı olur ve ilk durakta iner, üstüme basar ayakkabısını siler ve gider. 

“Ev-li-lik, gel-in, dam-at” ilişkilere ilişkilerin ahlaki ve toplumsal olarak kabul görmesinde mekanın önemini en temele yerleştiren kelimeler olarak gözümüze sokulsa da ben yolcu olmayı tercih ediyordum. O yolun yolcusundaki yolcuydum tüm olumsuz anlamları üzerinde cisimleştiren. Yolun anlamları evde olanlar tarafından bilinmezdi, yolda olmanın anlamlarını yolcular bilirdi. Evde olmak ya da yolcu olmak, ne kadar reddedilse de bu iki durum birbirini beslerdi. İki aynı ve farklı dünya, diğerinin ne yaşadığını ne söylediğini merak etseler de sanki konuşsalar varoluşlarını, hapis edilmişliklerini eleştirseler, yaşamlarını ve yaşamlarının anlamlarını kaybedeceklerinin korkusuyla susarlardı. Benim yolda olmama, yola hapsolmama sebep olan sensin ile benim evde olmama sebep olan sensin arasındaki gizil savaş, sessiz suçlama ve sessiz kabul ediş. Daha ilk durakda ya da dinlenme tesisinde yoldaşınız giderdi tıpkı bir dinlenme tesisindeki her zamanki kutsallık ve murdarlık ilişkisi gözüne sokulan bir insan gibi tercih yapmak zorunda kalırdı, dinlenme tesislerinde tuvalet ile mescit yan yanadır. İki farklı kapı ve kapılar karşılıklıdır, büyük ihtimal tuvalette abdest alanların mescide kolay ve rahat ulaşmasını, böylece hem yerden hem de maliyetten kurtaran mimarın zekası aynı zamanda her ikisinin de sadece müşterilerin ihtiyaçları için orada olduklarını, mescide verilen kutsal anlamlarında piyasalaştığını çırılçıplak sergiler. Sanki bir ülkede dönen devasa din çarkının prototipini bu tuvalet ile mescit gözler önüne sokar. Benim yolumun sonunda ise.... Ruhum geneleve neden genelev denildiğini arayan bir fahişe, cevapları arayan ve bulduğunu sandığında mesleği bırakacak olan. Ama o an bunları anlatmak istemiyordum, neden yolcu dedim, neden yolda olduğumu düşünüyorum falan filan, sadece izlemek istiyorum ve izlerken de solistin yanındaki erkeklerin dikkatini çekmek de istemiyorum, ne kavga çıkarmaktı derdim ne de kimseyi rahatsız etmek... 

Neden izliyorsun dedi bu sefer; -siktir et izleme, gel dans edelim. Hafiften sinirlenmeye başlamıştım, gece yatacak bir herif arıyorsan bu ben değilim demek istiyordum git başkasıyla oyna, eee hadi derken bakışlarını daha da kısmıştı içkinin ve daha önce takıldıklarının etkisi patlıyordu ve karşısında tepkisiz duran bir sap vardı. Bakışlarımı üzerinden soliste doğru kaydırınca sen bilirsin diyerek sinirli biçimde aşağı inmeye başladı. Gidişini izlerken solistle konuşmasından korkuyordum, kapıdan çıkarken, oh be dedim içimden kurtuldum... 

Acaba tanışsam mı diye düşünüyordum, yanına gitsem ve “sizi şurada dinledim ve çok beğendim” desem saçma mı olurdu, ya da sanki hatırlamıyormuş gibi yavşakça bir tavırla “aaa siz şurada çıkan hanım değil misiniz?” desem ama ben sadece gıcık kaptıklarımı aşağılamak için hanım derdim. Bir insanla tanışmak ne kadar zor olabilirdi ki, gideceksin yanına bir şeyler söyleyeceksin ve tepkisini bekleyeceksin ya tepki vermezse ya da kendisiyle tanışma isteklerinden ya da sesinin ne kadar etkileyici olduğunu duymaktan sıkıldıysa... Merdivenlerden inip, yanına doğru ilerlemeye başladım ne de olsa çıkış yolunun üstündeydi en fazla yanından geçer giderdim; yavaş yavaş yanına ilerliyordum ve ellerimin terlediğini hissediyordum, nereden çıkmıştı ki bu terleme, kalbimin atışını da duyuyordum. Fizyolojim anlamsız tepkiler veriyordu. Her adımda zorlaşan nefes almalar. Görüş mesafeme girdiğinde bir erkeğe sarıldığını gördüm, sanırım sevgilisiydi, içimde tarif edilmez bir hisle birlikte uzaklaşma isteği uyandı, tam yanına geldiğimde ise yüzüne yansıyan ışıkların bir tablodan çıktığını fark ettim, mekan Venüs’ün Doğuşu’nun imitasyonunu kırmızı ışıkla renklendirmişti, ışıklar önce tabloya sonrada soliste ilerliyordu, ışığın anlatılamaz yolculuğunun rotasına girmiştim, o an ışık bana da yansıyordu fakat solist de diğer dinleyiciler gibi sahnedeki gruba odaklanmıştı, ne tablo o an onlar için vardı ne de bu büyüsel ışığın yolculuğunun bir anlamı. 

Ortamdan hızlıca kaçma isteği uyanmıştı, nereye gittiğini bilmeyen ayaklarım gazi kadınlardan çıkmıştı bile, cami durağına doğru koşar adım gidiyordum, belki baykuşu yakalardım, ana yola tam çıkacakken dikkat et diye bağıran birinin kolumu yakalamasıyla düşüncelerimden kurtuldum. 

Koltukaltım oynayacağı kağıdı düşünüyordu, cezacının kupa ası kaçması ve kaçarken ki yüz ifadesi elinde artık büyük kağıt kalmadığını belli etmişti, cezacıya artık yüklenemezdi. Düşünmesi ise karoda geriye kalan küçüklerinin solumda olduğunu belli ediyordu. Bu kağıtta el solumdakine kalırsa onun karo çıkacağı belliydi ve onun karosuyla elimde kalan maça papazdan kurtulabilirdim. Koltukaltım sinek sekiz oynadı, cezacı altına girdi, solumdaki sinek onla üstüne çıktı, bana kalan ise altına girip solumdakinin karo oynamasını beklemekti… 

O gece Aynur, kolumdan yakalamış ve olası bir kazayı engellemişti. Telaşlı gözleriyle bakıyordu, morarmışın dedi bir arkadaşı, iyi misin?, diğer arkadaşının da al su iç dediğini duyuyordum. Aynur gözlerindeki soruyu sözlere dökmüştü ”neyin var, ne oluyor?”, titrek sesle sadece dedim yoluma gidiyorum. Nefesim düzelmeye başlamıştı, kalbimin atışı normalleşmiş ve sadece Aynur’un anlayabileceği bir soruyu ona sordum: Çok mu kirlendik? 

Solumun karo çıkmasıyla karo didişmesi başlamıştı, karşılıklı üç el karo yedirme mücadelesi koltuk altımın iki, solumun ise bir el almasıyla noktalanmıştı. Arada maça papaz ve sinek as ile papazdan kurtulmuştum. Her an olduğu gibi didişme üçüncü tarafın çıkarına hizmet etmişti. Üçüncü taraf çatışma çıkacak yeri tahmin etmiş ve fitili ateşlemişti. Oyunun geri kalanı için herhangi bir sıkıntım yoktu daha bir el maça oynanmasına rağmen ben maçaları boşaltmıştım ve elimde kalan son büyük kağıdı elbet bir şekilde kaçardım. O gece Aynur’dan uzaklaşırken duyduğum bir şarkının sözleri, koltukaltımın yüz ifadesini incelerken kulaklarımı tırmalamaya devam ediyordu.

I am a man who walks alone 
And when I'm walking a dark road 
At night or strolling through the park 
When the light begins to change 
I sometimes feel a little strange 
A little anxious when it's dark
Devamını oku...

13 Temmuz 2012

0 Ay-Nur (vol.2 Oyun) (part 1 - Kız Almaz)

“Masumiyet en tehlikeli silahtır.” 

Ön bilgi: Kız kağıdı, kraliçeyi temsil eden Q’dur. Zaman içerisinde Türkiye’de kraliçeyi temsil eden kağıt kız, kralın temsili ise papaz olarak adlandırılmıştır. Bu adlandırma süreci ötekinin kızından herkesin kızına uzanan orospulaştırma politikalarını gözler önüne serer ve biz her oyunda bu politikaları sürekli üretiriz.

Kana bulanan kılıç ya da pala karın içine gömüldükten sonra kutup ayısının kan kokusuna gelmesi beklenir. Kanın kokusuna gelen ve kanı yalamaya başlayan ayının dili zamanla parçalanmaya ve kanı da kılıcın üstüne akmaya başlar, ayı artık kendi kanını da yalamaya başlamıştır, ayı kendini durduramaz ve kendi kanı olduğunu fark etmez. Bu süreç ayı güçsüz kalana ve kansızlıktan ölene kadar devam eder. Antarktika’daki avcıların kutup ayısını avlama taktiğidir bu. Her dil darbesinde yuttuğu kan hoşuna gitse de ayının, onun kanla olan bağı onu öldürür. Bu taktiği ilk duyduğunuzda tiksinebilirsiniz, hayal etmeye çalıştığınızda insanlık dışı olduğunu söyleyebilirsiniz. O an tek bir şeyi fısıldar bu dil: “o zaman durun, eşyalarınıza, alışkanlıklarınıza ve sorunlarınıza bakın, ayıdan ne farkınız var?” İnsanlara karşı davranışlarınıza bakın, özellikle de seni seviyorum dediklerinize avcıdan ne farkınız var?” 

Cezacı koltuk altımdaydı ve kız almaz dediği zaman içimden umarım ilk başta kupa çıkar dedim böylelikle elimdeki astan kurtulabilirdim ve maçalarımla maça kızın düşmesi için zorlayabilirdim. 

Karşı masada yirmili yaşlarının başında bir kadın tüttürdüğü nargilenin dumanını burnundan verirken aynı zamanda karşısındakinin anlattıklarını onaylar baş işaretleri yapıyordu, kimi zaman başparmağını hem uyarır hem de öğüt verircesine sallıyor ve arada çevresindeki herhangi birinin ilgisini çekip çekmediğine dair kaçamak bakışlar atıyordu. Rahat durmayan içimdeki piç oynamak istemişti bu kadınla, ilgimi çektiğini düşünmesini istiyordum, her sahte gülüşü tiksindirirken ve boğma isteği yaratırken, köşede durup etrafa bakan birinin bakışlarının üzerinde olduğunu hissetmesini istiyordum. Kaçamak birkaç bakışında göz göze geldik, artık anlamıştı ona baktığımı ve oyun başlayabilirdi. Artık onun her eylemi bir önceki eylemlerinden farklıydı, varlığımı hissetmiş ve o varlığın bakışlarıyla eylemlerini biçimlendirmeye başlamıştı, bir kaç defa daha göz göze gelmiştik, varlığımın onayladığının, bakışlarımın onaylandığının bir işaretiydi bu. Görülebilir olduğunun bilinciyle ve bu hazla gülüşleri daha da fazlalaşmıştı, karşısındakiyle fazla ilgilenmediğinin, aralarında özel bir şeyler olmadığının işaretleri de artmıştı. Tam da o anda çaprazda tek başına oturan bir kadının sevgilisi gelmişti. Sevgilisine sarılıp öperken etrafına bakıyordu sanırım etrafındakilere benim sevgilim var, benimle ilgilenmeyin mesajını vermek istiyordu. Manzaradan yeterince sıkılmıştım, oyuna odaklanmak istiyordum; bir ara garsonla, nargile içen kadına bir kağıt göndermeyi düşünmüştüm “ne kadar uğraşırsan uğraş, ne olduğun izlemini yaratırsan yarat sadece kendini vajinalaştırıyorsun” demek istiyordum, fakat uğraşmadım zaten biliyordu ve gözüne sokmanın gereği yoktu, büyük ihtimal sadece vajinalaştırılmanın zevkine varıyordu. 

Şansıma cezacı kupayla başlamıştı ve bu başlangıç elinde küçük kupaların olduğunu gösteriyordu, bende iki tane olduğuna göre birilerinde birikmiş olmalıydı ve bu da büyük ihtimal cezacıydı, aynı zamanda kupa kızın karşımdakinde ya da solumdakinde olduğunu da tahmin ediyordum, kupa asla alarak son kupamı zorlayabilirdim böylelikle belki sinek kızı üçüncü tur kupa dönerse satabilirdim. Cezacı blöf de yapıyor olabilirdi, elinde kupa kızla birlikte küçük kupalarda olabilirdi. Elindeki kupa kız düşmeyeceği için rahattı ve elinde ara kağıt olanlara diğer kızları yedirebilirdi ve kendi kupa kızını ise sakladığı başka bir kağıda yedirebilirdi. Elime baktığımda bu kağıdın maça olma ihtimali vardı, o zaman cezacıda kupa birikmiş ve maça tekti ya da hiç yoktu. Benim yapmam gereken ise eli aldığımda kupa zorlamak yerine maça çıkmamdı. Oyuna odaklanırken aynı zamanda avukata anlatacaklarımı da zihnimde sürekli tekrar ediyordum, eksik bir nokta kalmamalıydı, olayları, zorunlulukları daha rahat anlayabilmesi için en derine inmem, hikayeyi en baştan anlatmam gerekecekti. Yangından sonra ki ilk günlere kadar gerileyecektim. 

Yangından sonra hayatım her zamanki sıkıcılığına dönmüştü, Alsancak’tan ayrılmış ve Bornova’da küçük bir oda tutmuşum. Sessiz, sakin ve birkaç günden sonra duvarların üstünüze geldiğini hissettiğiniz küçük bir oda. Küçük parkta insan uğultusunun arasında kahvaltımı yapıyor ve insanlardan tiksinmeye başladığımda kendi yalnızlığıma ilerliyordum. O akşam büyük parktan geçerken bir ses duydum, bar olmayı beceremeyen kafeden de uzak, düğün salonu kıvamında ve olabildiğince kötü dekore edilmiş, aslında dekorasyona dair hemen hemen hiçbir şey olmayan ve içerideki kubbesi pavyon misali ışıklandırılmış ve büyük bir yeni rakı reklamı konmuş, bir dönemin türkü bar furyasında açılmış, zaman içerisinde bu kimliğe sıkışmış bir mekandan yankılanıyordu ses. Türkülerle aram oldum olası iyi değildi, nedeni bir nevi entelektüel olmanın jazz, blues ya da rock dinlemek olduğu illüzyonunun hakim olduğu bir dönemin ürünü olmamdı. Ta ki müzik türleri arasındaki farkın zevk farklı olmadığı sadece yaratılan müşteri kitleleri arasında bir fark olduğunu fark edene kadar arabeskten de türküden de uzak durmuştum. Zamanla hangi müzik türünü dinliyorsunuz sorusunu, hangi müzik türünün müşterisisin olarak çevirmiştim. 

Mekanın arka tarafında köşede bir masa buldum, insanlarla göz göze gelmek istemiyordum, ne mekanı incelemek ne de garsonlara bakmak sadece dinlemek istiyordum o sesi dinlemek. Grupta bir gitar, davul, bir saz ve solist vardı. İlk önce davulcu ilgimi çekti, yaşından belli ki öğrenciydi, saçlarını yukarı doğru hafif dikleştirmiş ve hareketlerinden, mimiklerinden türküye eşlik ediyorum ama ben rockerım izlenimi veriyordu. Orada o an olmaktan zevk almadığı her halinden belli olan gitarist ise hafiften arkaya uzanmış, paramı alırım gerisini umursamam havasındaydı, sazdaki ise diğerlerinden büyüktü ve eğleniyordu, grubun beyni olduğunu hissettiriyordu. Soliste ise tam çözemediğim bir yüz ifadesi vardı, grup arkadaşlarına baktığında gözlerinin içi gülüyordu fakat yüzü seyirciye döndüğünde yüz hatları sertleşiyordu. Arada peçetelerde istekler gidiyordu ve büyük ihtimal sadece şarkı adları yazmıyordu, kimilerinde telefon numarası kimilerinde ise solistin güzelliğine dair birkaç özlü söz… 

Cezacının kupasının üstüne karşımdaki kupa papaz düştü, yüz ifadesinde herhangi bir tedirginlik görülmüyordu, kupa kızın kendisinde olduğunu belli etmişti. Fakat elinde kaç tane kupa vardı, kupa kızın yeri belli olduğu için artık onun üstüne oynanabilinirdi. Kupa kız ve yanında bir ya da iki tane küçük kağıt ya da elinde sadece kupa kız kalmış olabilirdi. Küçük kağıtlar elindeyse neden kendini belli etmişti, eli kendine almak istiyor olabilirdi, kendine alınca en az olan kağıttan oyunu başlatacak ve daha sonra kupa kızı en az olan kağıda satmak düşüncesinde olabilirdi. Eli almak ve almamak konusunda ikilemde kalmıştım… 

O gece ise zamanla müziğe kaptırmıştım kendimi, solistin de sesi üzerimde baskı kuruyordu, sanki her seçilen şarkı unutmak istediğim bir anıyı hatırlatıyordu, zihnimde anılar patlıyordu, sözlerin anlamları da değildi bu patlamaları yaratan, çünkü bazı şarkılar Kürtçeydi ve ben Kürtçe üç beş küfürden başkasını da bilmezdim. Farklı bir baskı vardı üzerimde anlayamadığım. 

Anıların içerisinde dolaşırken solistin mimiklerine odaklanıyordum. Birbirine karşıt iki yüz ifadesi vardı, bir anda gülen, bir anda sinirli ve sert. Bu yüz ifadesindeki ani geçişler etkilemişti beni, o an ne hissediyordu anlamak imkansızdı, hangisine oynuyordu, grubuna gülücükleriyle mi oynuyordu yoksa dinleyicilerine sert yüz ifadesiyle mi? 

Yüz hatlarındaki değişimlerin anlamlarının peşinde Aynur’u düşünüyordum, anlayamadığım bir arzunun esiriydi; “ben bu bedene ait değilim” dediği zaman soğuk ve çekilmez biçimde ezberden konuşmaları sevmem demiştim, çünkü çok duymuştum ve o an sinirlenmiştim. Dini kesiminde bir söylemiydi bu söz, -ben bu bedene ait değilim, bedenim yok olsa da ben diğer dünyada tekrar dirileceğim, bu nedenle ona istediğim gibi davranamam-; tam tersi anlama da geliyordu Aynur’un cümlelerinde -ben bu bedene ait değilim, o halde ait olduğum bedene sahip olmak için bedenime istediğim her şeyi yaparım-. 

Kupa asla eli aldım ve elimdeki küçük maça beşle oyuna başladım, cezacı oyunu eline almak ister gibi maça veletle kağıdıma devam etti, amacını belli etmişti maçadan sonra kupa çıkacak ve kupa kızı düşürmeye uğraşacaktı fakat karşımdakinin elinde hiç maça olmadığı için kupa kızını düştü. Cezacı beklemediği yerden bir kağıt almıştı ve kendi taktiğinin kurbanı olmuştu. 

Yere düşen kupa kızına bakarken o geceyi tekrar yaşıyordum, o gece düşündüklerim, hissettiklerim. O gece solisti dinlerken Aynur’a gördüğüm şeyi anlatmak isteğiyle dolmuştum, o an adını koyamadığım, anlamadığım ama onun tam da hayatının merkezinde olan şeyi, sadece “farklı olarak önümüze sürülen iki durum, biçim arasında birinden diğerine dönüşme isteği. Kadın ve erkek, birbirleri üzerinden tanımlanan, zaman içerisinde farklı dünyaları, farklı algılayışları olduğu varsayılan iki kategori. Bu ayrımı yapmak zorunda mıydık? Farklı olanın karşısına koyduğumuz aynının da ancak yan yana beraber düşünebildiğimiz kavramlar olduğunu, sadece zihinlerimizin üretimi olduğunu kabul etsek. Keşke farklılıkların da aynılıkların da peşinde koşmasak.” yazabildim. Mailimi gönderirken soliste daha da fazla odaklanıyordum, şarkı söylerken ellerinin hali, mikrofonu tutuşu, hiç kimseye odaklanmayan uzağa bakışı. Dinleyiciler açısından ise bir biraya altı lira değil de dokuz lira vermelerinin sebebi o an orada canlı müzik olmasıydı. Orada tükettikleri sadece bira değildi aynı zamanda canlı müzikti. Solist tüketim nesnesine indirgemişti ve solistin, izleyiciye bakışı sert yüz ifadesi bu tüketim nesnesine indirgenmesinin tepkisiydi, tam tersine görülebilir olmak değildi o an onun derdi ve görülebilir olmaktan sıkılmıştı ve bu görülebilir olmaktan sıkılması etkilemişti. Sesiyle beraber duruşundaki sertlik ve arkadaşlarına baktığındaki ani yüz değişimi, solist oturduğu yerden kalkmaya hazırlanırken seyircilere gülerek baktığını fark ettim, hınzır bir bakıştı az sonra ne olacağının bilincinde olan ve daha baştan az sonra olacaklarla alay eden bir bakış. Halaya katılmak isteyenleri sahneye davet ediyoruz sözleriyle ben ve birkaç masa dışındaki tüm dinleyiciler kol kola girmiş ve halaya başlamışlardı. Ortada bir ironi vardı, eril ve bir o kadar güç ilişkileriyle dolu bir ortamda insanların kol kola girmesi hep beraber eğlenmesi. 

Cezacı aldığı kupa kızının şaşkınlığıyla taktiği değiştirip ara kağıtla sineğe yüklendi, karşımdaki kağıdın altına girdikten sonra solumdaki bir an duraksadı, bu duraksamadan elinde az sinek olduğunun ve bu az sinekten birinin sinek as ya da papaz olduğunu tahmin ediyordum. Büyük ihtimal sinek kızın bende olup olmadığını bilmediğinden şansını denemek isteyecekti ya da eli bana verip benim de sinek çıkmamı ümit edecek ve elindeki büyük sinekten kurtulacaktı, o halde elinde sinek kızdan büyük bir kağıt ve bir ya da iki tane küçük kağıt vardı. Şansını zorlamayarak sinek velet attı, ben de altına girdim. Riske girmemeyi tercih etti ve elinde ki en küçük maçayı yani maça ikiyle oyuna başladı, ben üstüne maça üçü cezacı ise maça yediyi attı ve karşımdaki ise karo kızı cezacıya yedirdi. Cezacının yüz ifadesi solistin yüz ifadesi gibiydi, içinden geçen küfürleri tahmin ediyordum. Yüzünde solistte o gece gördüğüm tuhaf masumiyet yoktu, tam aksine meymenetsiz bir ifade vardı. 

Solist, halaydan sonra gene duvar çekmişti dinleyicilerle arasına, belki de dinleyicilerin eylemlerinden sıkılmıştı. O an dinleyicilerle arasında değişik bir savaş vardı, dinleyiciler solisti tüketirken o dinleyicilerin eylemlerine yön vererek onları köleleştiriyordu, kimi zaman hüzne boğuyor kimi zaman kol kola sıralandırıp zıplamalarını sağlıyordu. Farkında mıydı duvarının bilmiyorum, aynı sertliği Aynur’un hastane önünde kendini doğramasında da görebilirdim, solistin arkadaşlarına bakarken ki gülümsemesi ise kalacak yerin var mı sorusunda. 

İnsanları, mekanı düşünmemeye sadece müziğe odaklanmaya çalışsam da her an küçük bir ayrıntı gözüme çarpıyordu, birkaç gencin solisti işaret edip garsona bir şeyler söylemesini izliyordum, içimden bira şişesini kafalarına fırlatıp bırakın bedeni müziğe odaklanın, öldürün zihninizdeki bedenleri diyerek bağırmak geçiyordu ama ben de tüketmiyor muydum, o an o tepkiye maruz kalanlardan biriydim, müziğin ağırlığıyla kendimden ve varoluşumdan tiksinmeye başlamıştım, her ne kadar kendimi diğer dinleyicilerden ayırsam da eylemimiz aynıydı, aynılıklar ve farklılıklar arasında kendimden tiksinirken eskiden dinlediğim bir türkünün sözleri beni ağlatmaya yetmişti. 

Cezacı tekrar sinek oynadı, karşımdaki boşa bir kağıt kaçtı, solumda ki şansını denemek için elindeki sinek ası attı. Ben ise sinek kızı düştüm ve bir kız da solumdakine gitmiş oldu, solumdaki tekrar maçadan devam etti ve benle cezacı altına girdik, bu sefer karo oynadı ve tekrar herkes altına girdi. Eli iyice sıkışmıştı ya maça as ya da papaz ondaydı ya da kız tek kalmıştı ve korkuyordu. Son bir kez karodan şansını denedi ve ben karonun tekrar altına girdim ve cezacı maça kızı düştü, karşımdaki de karonun altına girdi. 

El tekrar dağıtılırken aklıma o gece beni ağlatan şarkının sözleri geliyordu… 

“Uyu memik oğlan uyu 
Öte geçelerde büyü”
Devamını oku...

12 Temmuz 2012

0 Epistemolojiden Aşağıya Yuvarlanmak ve Popicilik

Bir durum, olay, imaj, metin veya konuya ilişkin olarak bir takım bilişsel süreçler neticesinde onun hakkındaki bilgimizi yorumlama, değerlendirme ve eleştiri ile bir üst düzeye çekeriz. Bir metni okuyup, üzerine düşündükten sonra bir üst aşamaya geçip onu yorumlamak gibi. Bu oldukça basit bir formülasyondur. 

Şeyler hakkında oluşturduğumuz bu üst konumu ise biraz genişletirsek; yorum, eleştiri ve değerlendirme kavramları aynı bağlamı paylaşıyor gibi gözükseler de birbirinden ayrı kategoriler olarak düşünülebilir. Yani bir şeyi yorumlamak, eleştirmek ya da değerlendirmek birbirinden farklı epistemolojik noktaları temel almaktadır. Kategorik olarak ayrıştırma işlemi, aslında bunun doğal bir sıkıntısı olan katı sınırlar çizmeyi beraberinde getirse de, her birinin kendine içkin bir düşünsel dizgeye sahip olduğunu basitçe göstermek açısından gereklidir. Muhakkak örtüşmelerin, iç içe geçmelerin, benzer süreçlerin varlığı da kabul edilmelidir. Ama sözlükteki genel anlamlar, genel kullanımlar, gündelik deyişler ile epistemolojik bağlamlar da birbirinden ayrıştırılmalıdır. 

Yorumlama ile öznel bir biçimde şey hakkında betimlemeyi aşan birtakım ifadelerde bulunmuş oluruz. Bu genel anlama itiraz etmemekle birlikte ‘yorum’ kavramının yorumsamacılığın epistemolojik temelini teşkil eden bağlamı da göz önünde bulundurulmalıdır. Hermes’in insanlara iletmekle mükellef olduğu mesajı tanrıdan doğrudan doğruya açık olarak değil de bir anlam olarak alması gibi, yorumun bir ‘anlama’ süreci içinde anlam kazandığından bahsedebiliriz. Tıpkı ‘tefsir’le ifade edilen gibi. Tefsir de açığa çıkarmak, açıklamak, şerh etmek, üzeri kapalı olanı açmak, üzerindeki örtüyü kaldırmak olarak ifade edilir. Sonuç olarak, bir metni yorumlamak demek o metnin içinde gizil bir takım anlamların varolduğunu ve bu anlamları öznel temelde anlaşılır kılmak için açığa çıkarılmasından bahsetmiş oluruz. 

Eleştiri kavramının etimolojik kökeni epistemolojik bağlamını da hemen ortaya çıkarmaktadır. Yunanca ‘krisis’, tartışma ve ihtilafa atıfta bulunur. Kritik, çatışmalı bir süreçle –krizle- ilgili bir karardır. Zaten kriz ile kritik aynı kökendendir. Bu anlamda sıkça yanlış biçimde kullanılan pozitif eleştiri, yapıcı eleştiri gibi tanımlamalar eleştirinin niteliğini ifade etmekten uzak görünmektedir. Eleştirinin kendisi nötr bir kavram değildir zaten. Eleştiri özü gereği olumsuzlayıcıdır, yıkıcıdır. Tabi bu görüş açıkça eleştirel teoriye atıfta bulunmaktadır. Buna göre, bir şeyi eleştirmek, kritize etmek o şeyin –ideolojik anlamda- bir vehim biçime sahip olduğu iddiasını taşır (Ideologiekritik). Yerici anlamdadır. Tıpkı Marx’ın eserlerinde kullandığı gibi (örn. politik iktisadın eleştirisi) ele alınan durumun derinlemesine ayrıştırılarak (teşhis edilerek, ‘hastanın durumu kritik’), yerici biçimde sorgulanması söz konusudur. Ama Benhabib’in dediği gibi “eleştiri, iyi yargıdır”. 

Yorumlama ve eleştirinin de bir değerlendirme biçimi olduğundan bahsedilebilir. Ama burada da bir kategori oluşturmak istersek, değerlendirmenin daha betimleyici, nesnel bir çerçeveden hareket ettiği iddia edilebilir. Örneğin değerlendirme kavramı genelde ölçme kavramıyla bir çift oluşturmuş biçimde karşımıza çıkar. Measurement and Assessment (Ölçme ve Değerlendirme)... Bir şeyi değerlendirirken bir takım standartlardan, ölçütlerden hareket ederiz. Uygunluk, doğruluk, tutarlılık vb. Burada değerlendirmeyle hareket noktamız nesnenin kendisi olacaktır öncelikle. Elbette bu, değerlendirmenin sübjektif/normatif olamayacağı anlamına gelmemelidir. Ancak, değerlendirmenin daha çok neden-sonuç ilişkisi oluşturan bir düzlemde şekillendirilecek bir forma sahip olduğu iddia edilebilir. Örneğin bir metni değerlendirirken metnin giriş, gelişme ve sonuç açısından bir tutarlılığa sahip olup olmadığı, çıkış iddialarının temellendirilip temellendirilmediği gibi bir analiz düzeyi oluştururuz. 

Amacım sadece basit ve kategorik bir biçimde yorum, eleştiri ve değerlendirmeyi ele alarak bu tutumların da kendi başlarına bir düşünsel düzlemi olduğunu ifade etmek değil, bu süreçteki düşünsel edimlerin önemine dikkat çekmektir. Şeyler hakkındaki bilgisel konuma illaki o şey hakkında ciltlerce kitap okuyarak değil, deneyimle de ulaşabiliriz. Ancak salt deneyimin kendisi değil, deneyimin içerdiği birikimlerin, çelişkilerin bilince vurması ile. Yani öyle ya da böyle düşünsel edim muhakkak gerekli bir unsurdur. Bir şeyi yorumlama, eleştirme ya da değerlendirme akıl yürütme, sorgulama ve üzerine düşünme faaliyetlerinin neticesinde ortaya çıkar. Eğer düşünsel edim olmadan bir şey hakkında konuşuluyorsa eskiden buna saçma ya da safsata denilip geçilebilirdi. Ancak bugün durum daha farklı bir noktadadır. 

Üzerine düşünmeksizin yorum, eleştiri ve değerlendirme yapmak saçmanın ve safsatanın ötesinde kanaat olarak itibar kazanmıştır. Saçma ve safsata kendisini saflıkta gösterir ve bu yüzden gerçeğin bilgisinden ayrıştırmak kolaydır. Ancak kanaatler daha flu, daha sinsidir. 

Televizyonlardaki tartışma programlarından, ana akım gazetelerdeki köşe yazılarına, kahvede okeyle birlikten döneninden, twitterdaki ahkam kesmelere kadar bombardımanı altında olduğumuz kanaatler, bahsettiğim düşünsel süreçler atlanarak oluşturulur. Kitle iletişiminin gelişmesi, bilginin dolaşımının genişlemesi vb. süreçler ile kamuoyu denilen uzamda düşünme edimi olmaksızın ortaya salınan kanaatler daha fazla yer edinir hale geldi. Kitleler aslında hiç de düşünmedikleri halde kanaat sahibi olarak düşünüyormuş illüzyonu içine daha fazla girmekteler. Kanaat teknisyenleri de mekanizmanın kusursuz bir biçimde işlemesi için aralıksız çalışmaktadır. Burada bir düşünce olmadığını söylediğinizde ise insanların söze hakim olmalarından korkan, halka uzak bir elitist olmakla da suçlanabilirsiniz. Oysa basit bir soru: bu söylediğin sözler gerçekten senin mi? Örneğin politik ya da aktüel gelişmeler hakkındaki bilgiye yalnızca ana haber bültenlerinden ya da gazetelerden ulaşan birisi (hatta bunu yaparak kendini bilgili ve düşünce sahibi hissedebilir), edindiği kanaatin de aslında şablon bir kanaat olduğunun farkında mıdır? O halde ortada yalnızca düşünsel temeli olmayan kanaatler değil, kopya kanaatler bulunmaktadır. 

Önüne mikrofon uzatılan ve sanki soru hakkında konuşması zorunlu olan ya da konuşması için koşullandırılan vatandaşın sarf ettiği “herkesin bir popisi vardır” sözü hala atmosferde amaçsızca dolaşsa da yalnızca bir saflık göstergesi değildir. Televizyonda politika hakkında gevezelik yapanlardan ne eksiktir ne de bir fazla. Ama bize bir denklem vermiştir. Kanaat bombardımanının yarattığı kafa karışıklığından kurtulmanın belki de en iyi yolu her şeyi bu sözle eşitlemektir. Herkes aslında aynı şeyi söylemektedir: “herkesin bir popisi var.” Böylelikle bunu da basitçe popicilik –homo-popilusların popinion’da popisyenlik yapma popiliği- olarak adlandırabiliriz.
Devamını oku...

4 Temmuz 2012

0 Ay-Nur (vol.2 Oyun) (prolog - Oyun ya da Özel Olan Politiktir)

“Oyun, olduğu gibi olduğunu kabul etiğiniz şeylerin arasında kurulan ilişkilere verilen genel adlarla aranızdaki ilişkinin yansımasıdır. Ve bu ilişki kurgudur, tıpkı yansımasının da kurgu olması gibi.” 

Venüs’ün Doğuşu tablosuna odaklanan bakışın düştüğü yer kadının orantısız bedenidir, ne kutsaldır o beden ne de kusursuz. Şekilsiz bir doğumdur, ortaya çıkan hemen hemen her adımda görebileceğimiz sıradan kadın bedenidir, doğan sıradanlıktır. Gözlerimizin önüne serilen sadece sıradanlık mıdır yoksa gözlerimizi sıradan olmayanı aramak için kısmak, görebilmek için zorlanmak mı gerekir. Daha dikkatli bakarsak eğer daha uzaklarda bir yerde bizim elimizin değmediği, gözlerimizin görmediği bir yerde sıradan olmayan bir şey mi vardır. 

Değme noktaları ve bu değme noktalarının tarihselliği ile biçimlenen zihin tüm her şeyi, herkesi sıradanlaştırır, farklı olan yoksa eğer sıradan da yoktur. Farklı olanın arayışı gündelik yaşamın üstümüzde kurduğu hapisten kaçma arayışımızdır. Kaçış planı illüzyonlarımızda hazırdır kimi zaman önceden hazırlanıp pazarlanmış kimi zaman hayal dünyamıza bırakılmıştır. “Bir yerlerde bir yaşam var ve biz o yaşama aitiz”. “Belki çalışırsak ya da kaçıp uzaklara gidersek farklı olan yaşama değebiliriz, ait olduğumuz yaşama”, fakat bir yandan da yaşamlarımızı sıradanlaştırmak için tüm enerjimizi harcarız. Sahip olduklarımızı elimizde tutabilmek ya da yenileyebilmek için ara vermeden çalışırız, sahip olduklarımızın esiri olmaya da başlarız zamanla, onlarsız bir yaşam düşünülemez gelir. En basiti buzdolabı olmadan yiyecekler nasıl saklanır, bozulmadan aylarca nasıl muhafaza edilir bilemeyiz, buzdolabı olmayan bir yaşam bize uzaktır fakat buzdolabının gündelik yaşantımızdaki yeri en fazla yüz yıldır, daha öncesi o kadim zamandaki saklama usulleri hafızamızdan silinmişlerdir. Tıpkı bilgisayarın etkisi gibi, bilgisayar ve televizyon olmadan bir yaşamın nasıl olduğunu biliyoruz ama ya yeni doğan nesiller, altı aylıkken eski bir bilgisayarla ya da cep telefonuyla oynayan nesiller; sahi ya biz on yıl önce arkadaşlarımızla nasıl buluşabiliyorduk, çok uzak bir zamandan bahsedilir gibi sadece on yıl önce, bir asır gibi… 

Ardışıksal parçaladığımız zaman dilimine olabildiğince eylem sığdırırız ve sonucunda ise mutsuz varlıklara dönüşürüz, zaman daha hızlıdır yüzyıl öncekinden ama zaman aynıdır, daha çabuk tükenir ve daha çabuk tüketiriz, bu koşuşturma içinde farklı yaşam arayışı hem aynılıktan kaçıştır hem de yoğunlaştırdığımız eylemlerden. 

Varoluşumuzun ikiyüzlülüğüdür, tablonun gözümüze soktuğu; arayışlarımız, arayıp arayıp bulamadıklarımız. Özel anları biriktirir zihnimiz, yeni bir insanla geçirdiğiniz yirmi dört saatiniz daha önceki birçok yirmi dört saatin yerini alır ta ki o insanın gözünüze gelen farklılıkları sıradanlaşana kadar, daha sonra alışırsınız ve belki diğerlerinin beklentilerini karşılarsınız ve en sonunda nefes alamaz, başka hayatlarda nefes arar hale gelirsiniz. Bu nedenledir ki her aldatma nefes alma çabasıdır, heyecanlıdır, farklıdır fakat bir bakıma o da sıradandır. Arayışların cevabı yoktur, o bedende sadece ölüm vardır; doğumu ararken yeni ölümlerle karşılaşırız, yenileri öldürür yenileri tüketiriz ve baktığımızda geriye kalan hiçtir. Boşluk da bir karakter olarak karşımıza çıkar bir noktada, içimde olan içinde olan bir karakter. O boşluk tablo da istiridyenin görülmeyen ama aranan parçasıdır işte, tam o noktada hem görmeyip hem görülürken karşımıza oyun çıkar. 


Bornova küçük parkta çift katlı bir oyun salonundaydım, hani şu saçma sapan müziklerin çalındığı dekorasyon amacıyla plazma televizyonların bulunduğu ve bu televizyonlardan saçma sapan akıllı tv videolarının izletildiği salonlardan. 

Garip bir oyundu king, bir çok oyunu içinde barındıran, her oyunda farklı stratejiler geliştirmeniz gereken. Oyunun amacı belliydi, istediğin eli almak istemediğin eli almamak. Kabaca iki farklı oyun vardı: ceza ve koz elleri. Oyunu karo ikiyi elinde bulunduran başlatırdı ve ilk turda ceza okumak mecburiydi. İlk elin kağıtlarında içimden bir hassiktir çekmiştim, son iki denilse bir ihtimal maçalardan kurtulabilirdim, üç ve beş elimdeydi. Okunabilecek en kötü ceza ise kız almazdı sinek kızın yanında küçük bir kağıtla bekliyordu ve aynı muhabbet kupa asta vardı, kız almaz okunsa iki kız garantiydi. 

Cezanın okunmasından sonra ilk başta konuşanın elini tahmin edebilirdiniz ve kağıtların çıkmasıyla da diğer oyuncuların ellerini tahmin edebilirdiniz. Cezanın okunmasını beklerken bir yandan kağıtlara verdiğimiz isimleri düşünüyordum sinek, kupa, maça ve karo. Kingde olmasa da Avrupa merkezli oyunlarda örneğin pokerde aralarında hiyerarşik ilişki olduğu varsayılan kağıtlar. En güçlü kağıt kupaydı aristokratları temsil ederdi, daha sonra kiliseyi temsil eden karo gelirdi, ardından savaşçıları temsil eden maça, maçanın şeklini aşağı doğru uzatılmış hayal ederseniz ortaya bir mızrak çıkar, son ve en güçsüz kağıt ise tabi ki çiftçileri temsil eden sinektir. 

Cezacı kız almaz okudu ve içimden senin sülaleni el gibi demeye başlamıştım, eyvallah dendi, oyun başlasın, ilk el kız almaz olsun.
Devamını oku...
SST Atölye