27 Aralık 2010

2 Kaotik İyi

Odanın büyük meydanından sağ tarafa doğru döndüğünüzde gördüğünüz pencere kenarı koltuk benim memleketim. Kütlelerin orijini, hareket noktası olan bir tekli koltuk. Etrafımda olan bitenlere sessizce bakıyorum ve yorumluyorum buradan. Aslında sağ tarafıma hiç dönmeden sadece dünyamın sol tarafını yorumluyorum. Gördüğüm şeylerin bir sınırı, deneyimlediğim olayların bir yönü olduğu fikri özgürlüğümü varoluşsal biçimlerde sınatıyor. Net cevaplar listenin çok üst sıralarında değil bugünlerde. Orijinde olmanın, tümüyle kentsel imajımı (mega sosyal ilişki yığınlarının seni çevirdiği kopya) yıkıp egomun alt katmanlarında inzivaya çekilmiş olmanın, kararlara nasıl vardığımı değil, adım adım kararları nasıl oluşturduğumu gözlüyor olmanın… sonuca giden fikirler silsilesi… ol-manın!!

Varoluşsal olarak insan ‘nasıl olduğuna’ değil ‘ne olduğuna’ saplantısal seviyede odaklanan bir canlıdır. ‘Nasıl’ın süreci içinde hiç bitmeyen bir bütünün parçaları belirir. Aslında oluş sonuçlarını içinde barındırır. Nihai sonuca gerek yoktur. Örneğin önyargı denilen şey zamanında deneyimlenmiş bir algıyı barındırır bu algı pozitif yönde toplumsal bir imaja sahip olabilir. Fakat zaman geçtikçe her pozitif algı önyargı olmaya mahkum olmaktadır. Örneğin Yahudilerin Almanya ekonomisini kalkındırdığı ve bu işte yetenekli olduğu pozitif algısı zaman içinde Yahudilerin öldürülmesi gerektiği fikrine bir argüman olmuştur. Bu bir oluşu ifade eder ve tabi ki demokrasi kavramını odağa koyduğumuzda bu böyledir. Çünkü Yahudi soykırımı demokrasilerin ayrımcılığa uğramama düsturunu güçlendiren ve yapısallaştıran bir olgu olmuştur. Demek oluyor ki bir toplumsal algı, yargı veya önyargı süreçlerini geçirerek yeni toplumsal sistemin (bütünün içindeki bir bütünün) bir parçası olarak (burada örnek olarak demokrasiden bahsediyorum* ) görev yapmaktadır. Buradaki ‘ne’ler bir şeyin sonucuna tesir ettikçe her zamanlar ‘nasıl’ları ifade eder. Dolayısıyla tarihsel olarak ‘ne’ diye bir şey yoktur.

Tanımsız olanı ifade edemeyiz dolayısıyla meşru zihin kalıplarımız içinde değildir. Biz ancak bağlı olduğumuz hareketliliği ifade edebiliriz.

«Zaman ancak hareketle, cisim hareketle, hareket cisimle vardır. O halde; cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo’nun Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz hâlinin olamayacağını önermekteydi. Galileo’nun ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.» (A.Einstein)

Aslında biz hareketli bir gemideki yolcu olarak kendimizi ifade edebiliriz. Dolayısıyla gemi hareket etmeyen şeydir tanımlaması yanlışlanmaya mahkum bir ‘ne’dir.

Son olarak bu yazıdan büyük üstadımız Marx’a bir gönderme yapalım. “Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu ve Feuerbach Üzerine Tezler” eserinde tezlerin 11. maddesinde şöyle diyor “Bugüne kadar filozoflar dünyayı yorumlamakla yetinmişlerdir ama asıl olan onu değiştirmektir.” Tersi de doğrudur. “Bugüne kadar filozoflar dünyayı değiştirmekle yetinmişlerdir ama asıl olan onu yorumlamaktır.” ‘Yorum’ değiştirilecek gerçekliği yaratandır.

Kavramların konsensüsü; Orijin, oluş, kentsel imaj, hareket, yorum, deneyim, değişim…

Apriori veriler; oda, pencere kenarı, koltuk, sağ tarafımdakiler**


* “Burada örnek olarak demokrasiden bahsediyo-ruz!” diyecektim sonra ‘bahsediyor-um’ demeye karar verdim. “Ben veya Biz” ikiliği Türkiye’deki toplumsal algıda şizofrenik bir rol oynar.
** “Sağ” her zaman “sol”a ötekidir. Ötekileştirmek bedenden başlar. Hadi bir tez başlığı önerisi yapayım. “Bir Ötekileştirme Örneği Olarak ‘Sağımız Sarımsak Solumuz Soğan’ ”.
Devamını oku...

18 Aralık 2010

4 Sosyal Bilimlerde Bir Anahtar Kavram Olarak Ev

“What you choose to call hell, he calls home”
Colonel Trautman by David Morrell, Rambo: First Blood Part II

Ev nedir? 4 duvar, bir tavan ve bir kapı. Bu basit üç bileşen ilk başta sınır çizmeye yarar. Çizilen bu sınırla birlikte önce yağmur, kar gibi doğal fenomenlerin, ardından da bizim dışımızdaki sosyal evrenin bize olan etkisi kısıtlanır. Bundan böyle kapıyı çalmadan kimse «bizim» alanımıza giremez. Peki biz kapıdan içeri kimi alırız? Bize benzeyeni, tanıdığımızı veya tanıdığımızı sandığımızı. Peki kimi almayız? Bize benzemeyeni, bizi korkutanı kısacası Öteki’yi ve Yabancı’yı. Bu bağlamda ev, Öteki’yle bizim aramızdaki sınırdır. Ayrıca ev, modern popolarımızdan uydurduğumuz bir ayrım olarak, özel alanın başladığı kamusal alanın ise son bulduğu yerdir. Ev çizdiği sınırlarla bize “minimum sürpriz, maksimum güven” vaat eder. İşte bu yüzden ev, sosyal ve politik bağlamda tarafsız bir alan olamaz. O bizi ne kadar güvende hissettirir, yabancı ve ötekiyle olan etkileşimimizi ne denli azaltırsa, bizde o denli tutuculaşırız. Evden çıkmadıkça, dışarıdan daha fazla korkar, dışarıdan daha fazla korktukça da evden daha az çıkarız. Ucuz ama etkili bir sarmaldır bu, aynı zamanda korku ve tutuculuk ilişkisini anlamak için de iyi bir örnek.

Ev bu sınırları çizerken, meşruiyetini koruma iddiasından alır. Fakat “koruma” kelimesini duydun mu korkmak gerekir kanımca, çünkü tarih bize koruma iddiasında olanların, neyi kimin adına koruduklarını birçok kez gösterdi: kadınları koruyan erkekler, tanrının gazabından koruyan dini kurumlar, paramızın hem değerini hem de kendini koruyan bankalar, üniversitelerimizi koruyan güvenlikler ve polisler gibi. İşte evin koruma iddiası da böyle bir koruma iddiasıdır. O korudukça biz kendimizi korunmaya muhtaç ve bağımlı hissederiz. Ötekini tanımadığımız için stereotiplere tutunur, dışarıyı bilmediğimiz için mukayese yeteneğimizi kaybeder ve elimizde olanın en değerli, en önemli olduğunu zannederiz.

Ev aynı zamanda alışkanlıkların hüküm sürdüğü bir yerdir. Orada varolan alışkanlıklarımız pekişir ve yenileri eklenir. Herkes evinde kendi çapında bir lüks anlayışı ve ritüeli geliştirir ve o ritüellere bağlanır. Arkasından da şöyle cümleler etmeye başlar: “Abi sıvı sabun olmadan ellerimi yıkıyamıyorum o yüzden Ahmet’lerde kalmayalım bugün”, “Sibel’in ev güneş görmüyor”, “İsmet'lerde klima yok, biz en iyisi evden çıkmayalım”. Sonuç olarak kişi alıştıkça evde kalır, evde kaldıkça Öteki’den korkar, korktukça da tutuculaşır ve tutuculaştıkça da evde kalır...
Devamını oku...

10 Aralık 2010

3 Yeraltından Notlar

“Metro kentin ayrıksı bir parçası,
bir yeraltı dünyasıdır.”
Kevin Lynch

Bir ulaşım aracı olarak metro, kent insanının yalnızlığını gözler önüne seren en önemli temsillerden biridir kanımca. Metronun bu tip bir temsilin aracı olduğuna dair ilk izlenimlerimi kendimi metronun camından “dışarı” bakarken yakaladığım an edindim. Garip olan kendimi yakalamam değil, metroda cam olması ve insanların olmayan bir manzarayı izlermiş gibi “dışarıya” bakmasıydı. Camdaki yansımalardan birilerini kesenleri saymazsak ki bu işlevsel bir davranıştır (bkz. otobüste karşı tarafta oturan kızı camdan kesmek), kimse birbiriyle göz göze gelmemek adına yapıyordu bunu. Gerçi bizimki gibi, insanlar arası diyalogun “ne bakıyon lan?”dan cinayete kadar gidebilecek bir sonuca kadar ulaştığı memleketlerde göz göze temas ne kadar uygun bir davranıştır o da tartışılır. Gelgelelim metro doğrusal bir biçimde hareket etmesinin, yani başının kıçının belli olmamasının tasarıma dair bir sonucu olarak birincil, yüz yüze, samimi ilişkiler için en uygun ulaşım aracıdır. Tamam, herkes metroda durup bir anda sevgi yumağı olsun, sevişmeye başlasın ya da orgy yapsın demiyorum ama cam ve dışarıyı izleme davranışı da bir çeşit yabancılaşma hali gibi görünüyor. Halbuki biraz önce belirttiğim üzere metro doğrusal hareket etme zorunluluğuna bağlı olarak karşılıklı bakan koltuklara sahiptir. Bu durumda şu an yaşandığı üzere insanların “dışarı” bakmasını gerektirecek ve ikincil, resmi ilişkilerin hâkimiyetine boyun eğecek bir tandansı yok.

Metroyla alakalı olarak ortaya koyabileceğim ancak derinine inemeyeceğim ikinci husus ise metro-kent ilişkisiyle ilgili. Metronun birey ile kent arasındaki diyalektik ilişkiyi kestiğini düşünüyorum. Nitekim metronun kentin bütünsel yapısından kopuk ve seyahat esnasında şehre dair çevresel şartlardan yalıtık oluşu bu fikrimi pekiştiren bir etken. Oldukça tartışılası bir konu.

Bir diğer tartışmalı konu ise metronun haddinden fazla itibar görmesi ve totaliterliğiyle alakalı. Özellikle bizim gibi az gelişmiş ve bir takım yenilikleri henüz içselleştirememiş memleketlerde, metro adeta bir alış-veriş merkezi görüntüsü taşımaktadır. Işıltılı havası, özel güvenliği, parlak döşemeli taşları ile bir yandan da bilim kurgu filmlerindeki uzay istasyonlarını çağrıştırır. Ancak bu yeraltı dünyası bir şeylere benzese de kendine has bir dünya oluşu, yine kendisine has bir takım kuralları beraberinde getirmektedir. Bu yönüyle metronun yeraltı dünyası oldukça totaliterdir. Her şey bir nizama, kurallar bütününe bağlıdır. Geçilmemesi gereken çizgiler, insanı kışkırtacak kadar renkli ve dikkat çekici, ancak basılmaması gereken düğmeler, anonslar ve yazılar eşliğinde insanı saran talimatlar, panoptikon benzeri etrafta beliren kameralar, iradeniz dışında açılıp kapanan mekanizmalar (havalandırma, kapılar vs.) metroyu totaliter bir mekân haline getirir. Yerin üstündeki görece özgürlük, yerin altına girildiğinde ortadan kalkar. Yeraltının sınırlı dünyası, yer üstünde katlanılması mümkün olmayan belirlenimler üzerine kuruludur. Oysa metronun çok daha eskiden beri kullanıldığı birçok Batı ülkesinde bu yeraltı dünyası aynı zamanda alt-kültürlere ev sahipliği yapmaktadır. Kim bilir geleceğin ışıltılı görünen ama bir o kadar da totaliter ve baskıcı distopyalarına hazırlıktır tüm bunlar. Belli mi olur?

Ama yine de severiz metroyu.
Devamını oku...

3 Aralık 2010

1 Hilmi Yavuz Hırsız Ev Sahibini Bastırır

İsmet Özel bu lafı bir şair gibi süsleyip söylerken ne kadar haklıymış. Nobel ödüllü yazar Naipaul’un Türkiye’ye gelip gelmemesi tartışılırken kendisini en bir bilirkişi ilan eden felsefeci, yazar, şair, eleştirmen, köşe yazarı ve mikro milliyetçi Hilmi Yavuz öyle bir laf etti ki, hem İsmet Özel’i haklı çıkardı hem de bizleri adının hiç anılmadığı bir alana doğru çekerek gülümsetti.

“İçimizdeki Naipaul’lar”

İnönü Stadını bilmeyenler için önce bu lafın literatürde bu kadar anılmasına sebep olan güne bir gidelim. Tarih 17 Kasım 1999 EURO 2000’e katılmak için her zaman ki gibi baraj maçlarına kalan Milli Takımımız 1-1’in rövanşında İrlanda’yı konuk ediyor. Maç 0-0 bitmişti de Türkiye Milli Takımı EURO 2000’e katılmaya hak kazanıyordu. Fakat bu maç sonrası Mustafa Denizli öyle bir laf ediyordu ki?

Grup maçları esnasında ve maçtan önce kendisini fazlaca eleştirenler için maç sonrası şöyle demişti ünlü teknik adam “İrlanda’yı yenmek önemli değil, önemli olan içimizdeki İrlandalıları yenmek”

Türkiye topraklarının yetiştirdiği en ünlü teknik adamlardan ve Çeşmelilerden biri olan, futbol insanlığının yanı sıra bir filozof bir abi, bir bilim insanı haline gelen Mustafa Denizli’nin söylediği bu lafın adresi kimine göre Hıncal Uluç kimine göre Baba Orhan’dı. Ama kendisi bir yerlerde bu lafı Ali Ece için söylediğini aktarmış.

Bakın, zannedilenin aksine bu lafı maçtan önce söylemişti Mustafa Denizli. Yani başarı yakalandıktan sonra. Mustafa Denizli eleştirileri taaa içinde hissetmiş olmalı ki bu eleştiriyi yapmış, malum lafı “içimizdeki x’ler” formülüyle kullanabilmemiz için literatürümüze sokmuştu. Sağ olsun, çok yaşasın.

Kısmet bugünlereymiş.

Tıpkı İrlandalılar gibi Naipaul da bir geri zekalı, oturup iki laf edilmeyecek, beceriksiz, iki yüzlü, yalancı, şerefsiz bir adam olduğu için Hilmi Yavuz gibi düşünmeyen herkes “İçimizdeki Naipaullar”dır.

Bizler çok dürüst, saygılı, ahlaklı bir toplum olduğumuzdan mütevellit bizim gibi düşünmeyen herkesi çabuk ve ağır yargılamalara maruz bırakabiliriz. Bırakmalıyız ki herkes bizim gibi olsun, çünkü biz en büyüğüz.

Hilmi Yavuz’un bir insanı olumlu eleştirmesi/övmesi için 3 şart lazımdır: birincisi, Hilmi Yavuz ile aynı alanda çalışma yapmamış olması lazımdır. İkincisi Hilmi Yavuz’u sevmesi lazımdır. Ve tabi ki üçüncüsü ölmüş olması lazımdır. Naipaul bu şartlardan hiç birisini gerçekleştirmemiş olduğu için o pistir onu sevenler de “İçimizdeki Naipaullar”dır. Geriatricileri kızdırmayalım ama, Sayın Hilmi Yavuz kıçınızdaki kıllar kadayıf oldu, hala içimizdeki bir şeylere bakıyorsunuz…

Keşke lafın sahibinin dediği gibi olsaydı, keşke içimizde İrlandalılar olsaydı da bir kelt mistisizmi yaşasaydık, James Joyce’u tanısaydık, Bernard Shaw’ı sevseydik, belki o zaman Naipaul gibi bir adamın gelmesine ses çıkarmaz onunla düşünceleri tartışabilirdik.
Devamını oku...

6 İzdüşümsel Sevişmeler

“Las Maninas”a ilk bakıldığında, algılarda, herhangi bir sergi salonunda rastlayabileceğiniz herhangi bir tabloya verilen tepkiler oluşturur. Sayısız noktayla başlanan sayısız tonun birleştirilmesi-parçalanması sürecinde etkin olan yönlendirici güç, sayısız deneyim ve değme noktalarının biçimlendirdiği bakıştır. Fakat daha dikkatli bakıldığında, odak anına kadarki birleştirme-parçalama sürecinde değişiklik olur; çünkü tabloda bir ‘değişim’ vardır ve daha derine inildiğinde bir soru akla takılır: Tablo nerede?

Bu metin; ‘Facebook’ adlı bir internet sitesinde görülen bir resmin -Las Maninas’ın- sordurduğu sorunun bir nevi zamanın ruhuna uygun biçiminin, bir başka deyişle ‘fotoğraf nerede?’ sorusunu sordurmasının ve yazarın hem adı geçen internet sitesinin, hem de internet ve genel deyişle bilişim teknolojilerinin içsel eleştirisi üzerine kurulmuştur.

Zamanı tanımlarken, an ve geçmiş ve gelecek arasında ardışıksal bir ayrım yaparız. ‘An’ı, şu an içinde yaşanılan zaman olarak tanımlarız ve geçmiş, bir önceki ‘an’a tekabül eder; geçmişin hangi anlar olduğu ise tanımlamada yerini bulur: dün, bir hafta önce vb. Fakat ister istemez insan -pozitivizmin kıyısından dolaşma tehlikesi göz önünde bulundurularak- ‘an’ı değil geçmişi algılar. Işığın yansıması ile geçmişi görürüz, sesin hava içerinde hareketi ile geçmişi duyarız ve bu durum fark edilmez ve her ‘an’ı şu an olarak değerlendiririz.

İnsanın kendi tablosunu yaptırması uzun bir süre bir ayrıcalık olarak görülmüştür. İster aristokrasi ister hanedanlık mensupları olsun, kişinin resmini yaptırması; görünüşünü ölümsüzleştirmekte, tebaasına ve ona hayali kan bağıyla bağlı olan bir sonraki kuşaklarına “bu dünyada ben yaşadım” diyebilmenin sessiz bir yolu olmaktadır. Velhasıl bir sonraki nesle aktarılan bu resimler; bir sonraki neslin kendi sefil varlıklarını, doğuştan farklı olduklarını diğer ahmaklara kabul ettirebilmesinin en gösterişli yolu olmuştur. ‘An’ın hapsedilmesi, bir ressamın elinden fotoğraf makinelerine geçişle -bu ölümsüzlük arzusu- genele yayılmıştır.

Şu anda eski moda olarak tanımlanan hemen hemen tüm ev dekorasyonlarında, odanın bir köşesinde hayali kan bağının izini sürmek mümkündür. Gelecek nesillere bırakmak için fotoğraf kamerasının karşısına geçilmesi ve ortaya çıkan görüntünün misafir odasında ya da oturma odasında baş köşeye asılması, sergilenmesi; misafirlere o evin kimin iktidar alanı olduğunu ya da hangi hayali kan bağına sahip olunduğunu gösterir.

Aile albümlerine baktığımızda ise düğün resimlerinin yoğunlukta olduğunu görürüz. Birçok kişi anne ve babaların gençlik yıllarındaki görüntülerini, onların düğün fotoğraflarında kurgular. Her düğün, başrollerini gelin ve damadın paylaştığı bir tiyatro oyunu gibidir. Hem başrol oyuncuları hem de davetliler kendilerine düşen rolü kusursuzca yerine getirmekle beraber, zaman içersinde bir başka düğünde değişecek olan rollerine de kendilerini hazırlar. Bölgeden bölgeye ve sosyal statülere göre bu roller değişiklik gösterse de, her düğün kendi içersinde belli kalıplar barındırır. Bu kalıplar hem eğlenmenin meşruluk sınırını çizer hem de beden içersinde dağılmış rollerin hangi eylemlerle sergilenebileceğini belirterek bedenlerin davranış potansiyelini yoğunlaştırır. Düğün sırasında ve sonrasında çekilen fotoğrafların niceliği ise, tiyatro oyunundaki oyuncuların rollerinin ağırlığına ve nitel çeşitliliğine bağlı olarak farklılaşır. Başrolü paylaşan gelin ve damadın en fazla sayıda fotoğrafı bulunurken, sadece izleyici olarak rollerini yerine getiren misafirlerin fotoğrafları en az sayıdadır. Eski aile albümleri karıştırıldığında, albümlerin çok büyük bir bölümünü düğün fotoğraflarının oluşturduğu görülür.

Günümüzde; fotoğraflama teknolojilerindeki ilerleme ve fotoğraf makinelerinin satın alınabilirliği ve satın alınmasının teşviki, insanın yaşamı algılamasında derin bir parçalanmaya yol açmıştır. Herhangi bir konsere gittiğimizde, konser ‘an’ını diğer izleyicilerle paylaşmanın yerini ‘an’ı karelere almak ve gösteride izleyici olarak yer almanın biçimlendirilmiş ve kabul görmüş eğlence anlayışına uyulduğunun kanıtı olarak fotoğraf çektirmek almış ve konser, yaşamın tek kişinin başrolde olduğu gösteriye dönüştürülmesinin sessiz ve boyun eğici ve çoğu zaman onaylayıcı bir kabulüne dönüştürülmüştür. Bu, teşhirciliğin kabul edilebilir bir boyutunu oluşturur. Bu açıdan ‘facebook’ adlı internet sitesine, kabul edilebilir teşhirciliğin paylaşım ve günümüzde yalnızlaşan ve varlığının diğerleri tarafından onaylanmasına mahkum bırakılan insanın sanal alanı olarak bakılabilir. Fotoğrafların paylaşımı, müziklerin paylaşımı, o anda hissedilenin paylaşımı olarak adlandırılan yeni paylaşım teknolojileri; insanları hem kendi hem de diğer kullanıcıların beğeni kalıpları üzerinden tahakküm uygulamaya yöneltmektedir. Bu durum Foucault’nun ‘panoptikon’unda, görülüp görülmediğini bilmezken mahkumun eylemini –fiziksel korkunun içselleştirilmesi yoluyla- gardiyanın istekleri doğrultunda yönlendirmesinin bir nevi tersine dönüşü, yani mahkumun eylemini gardiyanların istekleri doğrultusunda yönlendirmesinin altına görülebilme arzunu yerleştirmesidir.

‘Facebook’, diğer sosyal paylaşım siteleri gibi kendini kullanıcıları aracılığıyla var eden, büyüten ve onlarla etkileşimli olma iddiası ile kullanıcılarına göreli özgürlük ve kendilerini tanıtma-tanımlama ve bu tanıtma-tanımlama olanağını diğerleri ile paylaşma olanağı verdiği iddiasındadır. Fakat bu tanıtma-tanımlama süreci, gündelik hayatta yoğunlukla olduğu gibi beden-beden etkileşiminden ziyade, beden-makine, makine-makine ve sonuçta makine-beden etkileşimine dönüşmektedir. Böylece tanıtma-tanımlama süreci, makine ve makinelerin gelişmişlik düzeylerine, bakış açılarına bağımlı hale dönüşmektedir. Herhangi bir insanın fotoğrafına ve profiline baktığınızda edindiğiniz; o insanın geçmişteki halinin, makinelerle ve tanımlanmayı istediği profil bilgileriyle dönüştürülmüş bilgi kırıntıları olmaktadır. Birey-birey etkileşiminde, karşımızdakini kurgularken ve o kurgu üzerinden sürekli eylemde bulunurken ve bu kurgunun sabit olmayışı nedeniyle etkileşim biçimi sürekli değişirken; sosyal paylaşım platformlarında bu etkileşim süreci o platformun yaratıcılarının kısıtlı dünyaları çerçevesinde durağan hale gelmektedir ve böylece insana özgü sayısız özelliklerin, çeşitliliğin, ses tonundan bakışlarına kadar bir insanla etkileşim ve o insanı değerlendirme süreçlerini yönlendiren, denetleyen mekanizmaların yerini pikseller ve dijital sesler almaktadır. Bu durum, içinde özgürlüğü barındırdığını iddia etse de bedenlerin mahkum olduğu hatta yok olduğu ve yerine profillerin geldiği kör dövüşe ve gönüllü köleliğe yol açmaktadır. Bu durum Foucault’nun modernizme eleştirisi olan “modern devlet, insanı işaretlenmemiş şıklara dönüştürür” görüşünü bir nevi tersine çevirmekte ve bunu, “sanal dünyada insanlar kendilerini biçilmiş profillere sığdırmakta ve bu profiller doğrultusunda kendilerini yeniden üretmektedir” görüşüne dönüştürmektedir.

Devamını oku...

4 Anatomi

Yanmak istiyorum dedi adam
Elimde ütü var dedi kadın
Yanmak istiyorum dedi adam
Kazağımı yaktım dedi kadın

Beni anlamıyorsun dedi kadın
Bulmaca çözmeyi sevmem dedi adam
Beni anlamıyorsun dedi kadın
Okunup yazılan metin ol dedi adam

Ben neyinim dedi kadın
Tanımlanmak mı istiyorsun dedi adam
Ortada piç gibi kaldım dedi kadın
Tanımlamak köleleştirmektir dedi adam

Yanmak istiyorum dedi adam
Elimde ütü var dedi kadın
Devamını oku...

1 Aralık 2010

3 Alternatif Akademik Tez Başlıkları Vol. I

Eskilerden beridir buradaki yazarlarla yaptığımız geyiktir alternatif akademik tez başlıkları. En eski olanlarından birini bugün twitter isimli sosyal paylaşım ağına yazmamla başladı her şey. Adanın yeşilleri arasından Febinga cevap verdi. Bir tez başlığı ben yazdım, bir tez başlığı o yazdı. Şirkettekiler anlamsız sırıtışlarıma anlam veremediler. Aynısı Febinga için de geçerliymiş fakat şunu söyledim ona: “Sen zaten sosyoloji doktorusun ve şu an odanda işini yapıyorsun dude”

İşte sizlere bizim elimizden geldiği kadarıyla “Alternatif Akademik Tez Başlıkları”

Not: Tez başlıkları sırasıyla Dawnspiper-Febinga başlıklarıdır. Cüzi ücretler karşılığında, bitirme tezi yapan öğrenciler ile yüksek lisans ve doktora öğrencileri tarafından kullanılabilir.

  • Sömürgeci Dönemin Orta Doğu Etkileri, Eski Bir İstanbul Kolonyalisti Olarak Eyüp Sabri Tuncer
  • Türkiye’de Ekonomik Dönüşümün Topluma Yansımaları: Buralar Eskiden Bağ Bahçeydi Hep Oğul!
  • Sanayi Devrimi ve Makineleşmenin Sosyalizm Üzerine Etkileri: Bir Sosyalist Form Olarak Voltran
  • Uluslararası İlişkilerde Vücut İfrazatları: Tükürüğümüzle Boğarız Söylemi ve Türkiye-Yunanistan İlişkileri
  • Savaş Stratejilerinde Zamanın Doğru Kullanımı ve Ekinoks: Bir Sabah Uyandığında 82 Musul 83 Kerkük
  • Vücut-Zihin İkileminin Modern Yansımaları: Analitik bir He-Man/Orko Karsılaştırmasına Doğru
  • Karl Marx ve Max Weber'in Doğu Toplumlarına Yaklaşımı: "Hacı Şurada Pisliyor, Burada Yatıyorlar"
  • Futbol-Siyaset İlişkisinin Emperyalizm ve BOP Eksenlerinde Bir Analizi: Milli Takımımızın Sayılmayan Golleri
  • Bir Türk İslam Düşmanlığı Olarak Haçlı Seferleri Örneği: Fenerbahçe -Inter Şampiyonlar Ligi Maçı
  • Yüzyılın Başında Savaş-Şarkiyatçılık İlişkisi: "Almanya Yenilince Biz de Yenik Sayıldık"
  • Türk İktisat Düşüncesi Tarihinin Sosyolojik Analizi. Bir Semt Dokusu Örneği: Aynısı Eminönü'nde 20 lira
  • Neoliberal Fırsat Eşitsizliklerinde Anadolu Dokusu: Oxford Vardı da Biz mi Gitmedik
  • Yararcılık ve Machiavelizmin Türk İslam Kültürel Sistemi Üzerine Etkileri: Hem Penaltı Hem Gol
  • Postmodern Kimlik Bunalımının Günlük Hayattaki Yansımaları: Değil Schmeichel (Şu Maykıl) Bütün Michaellar Gelse O Topu Tutamazdı
  • Bipolar Kişilik bozukluğu Olan Kişinin Toplum Üzerinde Etkileri: O İyiydi de Çevresi Kötüydü
  • Fail/Yapı İkileminin Türkiye'deki Yansımaları: Perdenin Arkasındakiler mi, Düğmeye Basıldı mı?
  • Prens Sabahattin'in Ademi Merkeziyetçiliği İle Troçkist Sosyalizm Karşılaştırmasında Bir Mahalle Örneği Olarak Susam Sokağı
  • Türk Sözlü Tarih Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Bizim Komşunun Kuzeninin Asker Arkadaşının Sevgilisi Söylemiş...
  • İşbirlikçi Tedarik Zincirlerinde Stratejik ve Taktiksel Planlama: Erzincanlılar Dayanışma Derneği
  • Türk Sinemasının Varoluşsal İkilemlere Yaklaşımı: Yunus idi Hızır idi, Hızır idi Yunus idi
  • Türk Sinemasının Varoluşsal İkilemlere Yaklaşımı 2: Limon mu Sirke mi?
  • Bir Anomali Olarak Gönüllü Toplumsal İzolasyon: Otobüste Uyuyor Numarası Yapan Mektepli Çocuklar
  • Ataerkil Toplumlarda Anaerkil Yapılanmalar ve Nazlı Ilıcak Örneği
  • Postmodern Bir Olgu Olarak Kimlik Klonlanması: Kara Murat Benim! Kara Murat Benim! Hayır, Kara Murat Benim!
  • 1980 Darbesi Sonrası Bütüncül Toplum Modellemelerinde Birleşme Önerileri: Dünya Türk Olsun
  • Modern Dünyada "Öteki”nin Muğlâklığı: "Ne Diyem, Mahmut mu Diyem?"
  • Sanayi Devrimi Sonrası Değişen Küresel İklimin Jeopolitik Konuma Etkileri: Ege Bir Yunan Gölü Değildir
  • İstatistiksel Araştırmalarda Örnekleme Sorunsalının Aşımına Doğru: Sallandıracaksın 3 tanesini Sultanahmet’te
  • Postmodern Mimarinin Çekirdek Toplum Üzerindeki Etkilerinin İncelenmesinde Komşuluk Örneği: Aidat Listesine Kısa Bir Bakış
  • Küresel Isınma İdeolojisine Popülist Yaklaşımlar: Kaç Gündür Kar Yağıyor, Ne Isınması!
  • Küresel Isınma Sonrası Enerji Kaynaklarının Kullanımında İktisadi Teoriler: Hani Isınacaktı Doğalgaz 150 Lira Geldi
  • Postmodern Bir Devrim Okuması Olarak "Toplu İğneyle Duvarda Delik Açıyorlar, Yakında Bu Duvar Yıkılır" Benzetmesi
  • 1980 Sonrası Türkiye’nin Değişen Demografik Yapısında Göç İzleri ve Max Weber’in Teorileri: Buralar Hep Dutluktu
  • Weberian Bir Türk Popüler Kültür Okuması: Su Gelir Güldür Gel de Yar Beni Güldür
  • Konut Sektöründe Gelişen Dünya Düzeni ve Bir Gesellschaft Örneği: Ali Ağaoğlu
  • 2009'dan 40 Bulma Örneğinde Siyaset-Matematik İlişkisi
  • Hazır Giyim Üreten Bir İşletmede Organizasyon ve Yönetim Sorunları: Fişi Yoksa Değiştiremiyoruz Ablacığım
  • Pazar Ekonomisinin Açmazları: Bozuğun Yok Mu Bey Abiciğim?
  • Türk Matematiğinin İki Büyük Dehasının Soyut Matematiğe Etkileri Cahit Arf ve Devlet Bahçeli
  • Erkek Egemen Toplumlarda Çocuğun Babayı Totemleştirmesine Bir Örnek Olarak "Barcelona'yı Babam da şampiyon yapar" Söylemi
  • Einstein’dan Stephen Hawking’e İç Bükeysel Evrenin Genişlemesi ve Kara Delikler Bağlamında Örtülü Ödenek İncelenmesi.
  • Özel Alanın Kamusal Alana Girişi: Parti Başkanı Konuşurken Hüngür Hüngür Ağlayan Milletvekilleri Üzerine Bir İnceleme
  • Postmodernizm Sonrası Oluşan Parlamenter Sosyalist Yapı Öncesi Sosyal Darwinizm ve Sosyal Oktarizm Arasındaki Farklar
  • Kentleşme Süreci İçerisindeki Bireyin Davranışsal Kültüre Etkilerinin İncelenmesinde En Az Üç Çocuk Sorunsalı
  • Gelişen Ekonomik Toplulukların Nörolinguistik Üzerine Etkileri ve İngilizcenin Engellenemeyen Yükselişine Bir Örnek: One Minute
  • Turgut Özal Sonrası Devlet Planlama Teşkilatının Yapısı Üzerine Kısa Bir İnceleme: "Ya Bir Dışarı Çıkalım Gidecek Bir Yer Buluruz"
Devamını oku...
SST Atölye