29 Temmuz 2009

8 İnsan Kadar Taş Yağsın Başınıza

Yüzyıllardır filozofundan yogisine, spiritüelinden din adamına "yok insan böyledir yok şöyledir" diyerek beynimizi yediniz. Benzetmediğiniz hayvan, börtü böcek kalmadı. Bir rahat vermediniz. Yetmedi ikiye böldünüz, bilinç ve beden diye ayırdınız. O da yetmedi, dur işleri daha fazla karıştıralım, kimse ne dediğimizi anlamasın deyip, bir de başımıza bilincin yönelimsellik (intentionalité) ilkesini çıkardınız. Ego mego, ben men yok büyük-harfle-yazılan-ben (bknz. Ben) derken, insan ne olduğunu unuttu; "yerler insanın ne olduğunu neysek oyuz işte" dedi ve uzaklaştı.

Halbuki hakikat göründüğünden daha basitti (dikkat: bu cümle görüngülerle özlerin bir olduğunu iddia etmiyor) : insan alışan bir varlıktır. İnsan herşeye her koşulda alışır. Sıcağa, soğuğa, yalana, acıya, hazza, ezmeye ezilmeye, çakallığa kurtluğa, lükse sefalete, kuzu tandıra veya poğacaya.

Ancak alıştıklarının alışkanlığa dönüşmesi ayrı meseledir. Alıştıklarımızı muhafaza etme isteği ve çabası tutuculuktur. Bu bağlamda insan budur şudur demek (tabii ki insan alışan hayvandır dışında) tutuculuktur. Ne bir eksik ne bir fazla tam anlamıyla tutuculuk.

Şimdi soracak olursanız nasıl her türlü insan üzerine yapılan önerme senin eleştirine hedef oluyor da bir seninki olmuyor diye cevabım şudur: "insan alışan hayvandır" önermesi insan ne o dur ne budur hem odur hem budur kadar kaypak bir önermedir dolayısıyla insan kurttur, politik hayvandır gibisinden önermelerle aynı eküriden değildir. Bir kere içinde zaman mefhumu, değişim idesi vardır. Diğerleri sabittir, dün bugün yarın insan ne ise odur onlar için. Ancak can alıcı soru şudur: bir gün insan alışmamaya alışabilir mi? (kendi kendini olumsuzlama dedikleri bu mu?) Cevap evet ise benim bu insan tahayyülüm, diğerlerinden farklı olmak bakımından galip gelir. Aksi taktirde diğerlerinden bir farkı kalmaz yalan olur.
Devamını oku...

22 Temmuz 2009

4 Bulanık Sularda Tatlı Su Balığı Olmak

“Tencere yuvarlanmış seninki benden kara”
Şarapçı Vecihi

Pek muhterem Dr. Heimat Lose arkadaşımın yazmış olduğu vicdan sızlatıcı sözleri esefle kabul ediyorum. Hatta sevindim demeliyim…

Aklıma matruşka bebekleri geldi Dr.’un yazıyı okuyunca. Eleştirinin eleştirisinin eleştirisi ve uzayan giden iç içelik. Aynı açtıkça bebek içinde bebek gördüğümüz matruşka bebekleri. Yazının bundan sonrasında Dr. Heimat Lose arkadaşıma matruşka diyeceğim çünkü ismi uzun.


Marx’tan bahsedilirken son dönemlerde genellikle tüketim kültürü ve meta dolaşımına ilişkin vurgular yapılır. Fakat bilinmelidir ki marksist teorinin “izm” olmadan çok önce bizzat Marx’ın yapıtlarında vurguladığı asıl konu üretimin metalaşması değil üreticinin yabancılaşması ve aynı zamanda metalaşmasıdır.
Herşey alınıp satılabileceği gibi bu çarkları döndüren asıl mevzu alınıp satılan ürünlerin yaratıcılarının “emek”lerinin bir kar olarak gasp edilmesidir. Velhasıl tüketim ancak ve ancak üretim sürecindeki emek gaspının devamı olursa ayakta durabilir. Dolayısıyla matruşka eleştirdiği konuyu kendisi bizzat yaşamaktadır. Bir tüketim kültürü vurgusudur alıp başını gitmektedir.

Bir diğer nokta Matruşka üzerinden okuma kültürüdür. Son yüzyıldır okuma kültüründe temel yapıtlar hep başkalarının yorumlarıyla okunur. Başkalarının düşünceleri temel yapıtın kendisinde varolan düşüncelermiş gibi gösterilir. Bu olsa olsa gerçeğin kötü bir kopyası olabilir ve Matruşka kardeşimiz de eminim zamanı gelince yorumları yerine Marx’ı okumayı tercih edecektir. Ne de olsa akıllı çocuktur.

Benim ise asıl dertli olduğum konu üretilen fikirlerin çoğu zaman paradigmaların esareti altında yapılmasıdır. Her fırsatta vurguladığım birşey var; kavramlar ve kelimeler aklımızın araçlarıdır, eğer doğru yerde doğru aracı kullanmazsak sonuçları karmaşıklaşan bulanıklıklara sürüklenebiliriz. Nitekim bulanık sularda tatlı su aydını olmak da buna benzer. Sonuç olarak kavramların (popüler kültür, popüler olmak, eleştirinin eleştirisi kisvesi vs..) içeriği fikirlerimizi değil fikirlerimiz kavramların içeriğini belirlemeye başlamıştır. Asıl bu popüler olmanın bir numaralı karakteristiğidir.

Son olarak eğri oturup doğru konuşmak lazım. Marx’ın dediği gibi: “Yaşamın hiçbir ayrıntısını kaçırmamacasına ona ilgi duyan onu anlamakla yetinmeyip onu değiştirmeye çalışan bilinçli insan etkinliği” yani praksis.


Matruşka’ya sorarım; hani eylem hani icraat efendiiii!

Devamını oku...

18 Temmuz 2009

0 Bulanık Sularda

“Üstü kalsın…”
Anonim

Marx “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser” derken, muhtemelen içinde yaşadığı ve içinde yaşadığımız iktisadi heyulanın her şeyi metalaştıran yanına işaret etmeye çalışıyordu (Bkz. Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim Yay.) Kapitalizmin üzerinde uzmanlaştığı en büyük alanlardan biri hiç kuşku yok ki bütün “şey”leri birer meta haline getirmekti. Fakat burada ıskalanmaması gereken bir nokta daha vardı. Ticari ürün haline gelen her şeyin aynı zamanda bir de son kullanma tarihi, ya da bir başka deyişle kullanım (geçerlilik) süreleri vardı ve hala var. Bu kullanım süresini ortadan kaldırmanın ya da bir metadan olabildiğince faydalanmanın en verimli yolu ise o metayı tekrar ve tekrar üretmekten geçmekte (re-production). Popüler kültür üzerine konuşmak veya şimdilerde Maykıl Ceksın üzerinden popüler kültür eleştirisi yapmak da, popüler kültürün bir parçası haline gelmiş durumda. Eleştirinin eleştirisi… Yadsınmanın yadsınması… Bu durum, kapitalizmin kendisine sunduğu her şeyi reddederek ormanda bir kulübede yaşayan ve ABD’de kendi manifestosunu önemli tirajları olan gazetelerde yayınlatmak için kamusal alanlara bombalı mektuplar yollayan, Harvard’lı eski matematik profesörü Unabomber lakaplı Theodore John Kaczynski’nin yakalanmasının ardından tatil amaçlı üretilen ve “Unabomber” adıyla piyasaya sunulan seri üretim kulübeleri anımsatıyor. Popüler kültür kendi eleştirisine izin verirken bu eleştiri sürecini de içselleştirerek pazara sunuyor. Hem de olabilecek en devrimci eleştirileri bile. Seri üretim devam ediyor. Her şeyin devamı çekiliyor. Bu yazı dâhil her türlü eleştiri kolayca eritilebiliyor. Tanrı Kur’an’da şöyle bir kelam ediyor: “Benim hakkımda ne düşünüyorsanız, bilin ki ben o değilim.” Kendisine dair bütün tasavvur ve tasvir yollarını kapatıyor. Cümlenin sonuna nokta koyuyor. Devamının çekilmesi olanaksız bir filmi icra ediyor sanki. Akıllıca olması gerekir, ancak sadece kutsal. Yaptırım gücü sorgulanamaz bir unsurun ürünü. O yüzden re-prodakşını bırakın, sadece prodakşın (dıkşıın dıkşıın…) bile mümkün değil.

Maykıl Ceksın bir pop-kültür ürünüydü ve kullanım süresi bir zaman önce doldu. Biz onun hakkında ne düşünüyorsak o öyleydi. O şekilde pazarlanmıştı. Kapitalizm önce gölgesini sattı o ağacın. Onu satamayınca ise kesti. Şimdi de ölümü üzerinden bir pazar yarattı. O ölüm ki, sayesinde üzerine konuşulacak bir şeylerimiz oldu sanki; siyah-beyaz, alt-kültür üst-kültür, popüler kültür, çocuk hakları ve sömürüye kadar uzanan bir konular çeşitlemesi, hakkında yapılan güzellemeler veya yergiler de cabası. Sanki herkes bu ölümü bekliyordu. Evet, belki de bekliyordu. En ağır entelektüel şekillisinden, bol kelime oyunlu ve dokunaklısına kadar şimdi her köşe başında adına yazılmış bir yazı (Bkz. Maykıl Ceksın: İkoncandan Çizgi Kahramana). Popüler kültürün ya da daha büyük bir resmin tamamına bakmak isteyenler için kapitalizmin ibret-i vesikası.

Velhasıl mevzu haddinden uzundur ve sanki yazar bu yazısında hem kapitalizmi, hem Babaa’yı hem de popüler kültürü eleştirmiştir gibi geliyor bana (yoksa şüphen mi var?). Ha bir de eleştirinin bizatihi kendisini...
Devamını oku...

14 Temmuz 2009

4 Kasvetli Bir Günün Öğle Arası

Ana bilgisayar arkamda, durmak bilmeyen fanıyla sabrımı aşındırıyor. Kasvetli, orta halli bir mahallenin ortasında, bilgisayar sanki benim yerime sıkıntıdan üflüyor. Mahalleden geçen seyyar satıcıların megafonlarından çıkan sesler cama çarpıp içeriye boğuk, anlamsız ve bezgin bir şekilde düşüyor. Sıkıntıdan yerimden kalkıp ileri geri giderken üstlerinden geçiyorum, farkında bile değilim; sadece bir ara anlamsızca bakıyorum onlara, onlar da bana; mat, donuk ifadelerle… Satıcının gırtlağından çıkan o gür, bezgin ve hırslı ses şimdi ayaklarımın dibinde baygın bir şekilde yatıyor, camın ardında bıraktıklarının eksikliğiyle… Çocuklar geçiyor sonra, seyyar satıcılardan sonra, kuran kursuna giden çocuklar. Başlarını örtüyor kız çocukları, kurstan çıkınca açacaklarını bilmenin hızıyla. Çocuklar kuran kursuna gidiyor… “böyle bir mahallede, böyle bir şehrin böyle bir mahallesinde… böyle bir ülkede... başka ne var ki…” diye geçiriyorum içimden. Seyyar satıcıların aksine çocukların megafona ihtiyacı yok. Camiden çıkınca bakkala koşuyor bazıları, içi gün ışığı almayan, rafları seyrek, kiler kokan bakkala. Ellerinde aldıklarıyla dışarı çıktıklarında başka bir şeyin heyecanı içindelermiş gibi dönüyorlar eve, belki de “sokağa çıkmak” için. Zaten camiye gittikleri için, kurs, ifa edilmiş bir zaman dilimi olarak kalıyor arkalarında, ailelerini sakinleştiren, memnun eden bir zaman dilimi… Kadınlar pencerelerde, karşılıklı konuşuyorlar. Dinliyorum konuştuklarını, bu keşmekeşe ait konuşmalar değil… tıpkı içinde yaşadıkları mahalleleri gibi, bu şehre ait değil. Kadınlar konuşuyor pencerelerde, bilmek istemediğim, gömdüğüm bir dilde… Sonra gözden kayboluyor insanlar; kadınlar, çocuklar, seyyarlar… yavaş yavaş sessizleşiyor mahalle, içinde bulunduğum ofis gibi, herkes kendine çekiliyor. Pazar günlerinin ikindisi gibi, geride kalan günün esrikliği ve yarının iticiliği çöküyor ağır ağır… çocukluğum geliyor birden aklıma; aklım sıkı sıkı tutunuyor bana, gitmemek için, oraya… yanından geçip umarsızca dönüyorum geri, aklıma, mahalleye, ofise. Yine fan, bu sefer başka, tozlarını uçuruyor, eskinin. Dışarıya bakıyorum, sessiz yine, mahalle kendi kendiyle. Dışarıya bakıyorum, camın ardında bıraktıklarımın pişmanlığıyla…
Devamını oku...

13 Temmuz 2009

1 Bir Düş Yolculuğunun Şaşırtıcı İzleri

Neyin ne olduğunu bilmediğimiz zamanlardan ağır ağır uzaklaşıyorum. Zihnimin en derin köşelerinde biriken tortular devingen bir hareket içinde. Sessizlik sarmaya başladı bile tüm vücudumu. Uzun tasvirlerle kendini tarife zorlayan yolun her bir kavisi hatırlatıyor geçmişte olan bitenleri. Gittikçe derinleşen felsefi mülahazaların çıkış noktaları beliriyor.

Hatırlıyorum…


Elma bahçelerinin tam ortasında uzanmış, başımda tarım ilacı şapkası, nereden gelip nereye gidiyoruz sorgulamalarıyla kendimden geçtiğim zamanları görmeye başladım. Tarımdaki kapitalistleşme kendimizi doğaya verelimciliği hepten aşmışsa da, bir takım alametler hala yerli yerinde.

Serada geçirdiğim üç günün sonunda bütün olan biten daha da belirginleşti. Gübre almaya gittiğimiz ilçe pazarında tüm bir sıradanlığın içinde ayırt etmenin zor olduğu dükkân bir anda karşımda belirivermişti çünkü. Burada işler bu şekilde yürümekteydi. Hiçbir şey kendini ortaya çıkarmaz. Debdebeli bir kentsel cümbüşün kapsadığı yaşam formlarından yol alan birinin bu küçük dünyanın izlerini çözmesi bu yüzden pek kolay değildir. Karmaşaya alışık bünyeyi bir anda umutsuzluğa sevk edecek bir taşra sıkıcılığı ve durağanlığı beliriverir ensende. Ama bu kapalı dünyanın yarattığı asık ifadeyi bir anlığına bırakıp, yüzyıllardır oluşmuş bellek katmanlarında kozmik bir seyahate kendini bırakabilirse insan, işte o zaman bu havanın gerçek yükünü hissedebilecektir.

Sanırım ortaokul yıllarıydı. Yani zihinsel ve bünyesel absürdlüklerin insanı tüm yaşam evreninden soğuttuğu gri dönemsellik. Geçiş sureti taşıdığından değil, sırf gri pantolonlardan dolayı bu böyleydi. Zaten birçok şeyin utanç abidesi olarak hayatınızda dikildiği bir dönemde o gri pantolonlar tüm mana dünyanızı zapturapt altına alır. Amma velâkin işlerin tesadüfî ve harikulade biçimde farklı bir güzergâhta geliştiği de olmuştur.

Misal, bellek zamanlarından kopup gelen bu dükkân gibi. Zihin dünyalarımı açmamda hem tuhafiye hem kırtasiye olarak hizmet veren bu dükkânda gördüğüm kitapların tuhaf biçimde etkisinin olduğunu söyleyebilirim. O kadar sıradan, o kadar tantanasız ki, Sızıntı dergisinin vakti zamanında verdiği ağlayan çocuk resmi hala duvarında asılı. Hâlihazırda Simmel okumalarımda bana bir uğrak olarak beliren Henri Bergson’la ilk tanışıklığım da burada başladı. 1950 Konya Ülkü Basımevi künyeli “Bergson ve Proust, Marceline Valmore, Ekzistansiyalizm Yaratıcısı Arthur Rimbaud” ve MEB baskılı “Yaratıcı Tekâmülden Hayatın Tekâmülü” kitaplarına bu tuhaf dükkânda rastlamıştım. Takviye vites Ferguson’un üstünde cangılı cangılı sallanarak yayla yolunu tutmuşken başladım okumaya. Bu Ferguson’ların lastik üstleri yampiri olduğundan düşeyazdım. Kolcağzım azıcık incinmişti. Bende o akşam yaylaya gitmek yerine köyde kalıp muhtarın eve televizyon izlemeye gittim. Çok sonraları hafızamda kalan görüntülerden adını çıkardığım Ingmar Bergman’ın Smultronstället filmi oynuyordu. Neyi nasıl anladık gene ayrı konu amma Bergson’dan aklıma çalınan şuurun idrakı, yekpare zamanın faraziyeleri gibi meselelerle çağrışımlar kurmaya çalışıyordum, bir süre sonra kahveye gittik, oralet içip dost kazığı oynadık. Yeni bir dünyanın eşiğinde hissediyordum kendimi. Daha fazlasını arzuluyor, içim içime sığmıyordu. 


Sabah ezanıyla ilçe kütüphanesine doğru yol aldım. Mütemadiyen kapalı, uğrayanının da nadir olduğu kütüphanede şansıma görevli memuru bulmuş ve Bergson’un kitaplarını sormuştum. Bana çocuk kitapları şu köşede demişti. Bu tür küçük yerlerin kütüphane memurlarının halet-i ruhiyesi apayrı bir enteresanlık taşır zaten. Ziyaretçilerden pek memnun olmazlar. Durduk yere bir dolu mesele, getirdiydi getirmediydi üzerime zimmetliydi falandı filandı derken canları sıkılır. Memurun bu gergin bakışları altında eski yazıyla basılmış “Şuurun Bilâ Vasıta Mu'taları Hakkında”yı bulmuş ve muhakkak bir kitabının her evde bulunduğu Yusuf Tavaslı üzerinden öğrendiğim elifbe ile sökmeye çalışmıştım bu eseri. Ninem elimdeki eski yazı bu kitabı görünce “hafız olcak bu çoccak” demişti. Eski yazı ya, isterse Bakunin’in “Tanrı ve Devlet”i olsun hiç fark etmez. Hoş, Bergson’un bu topraklardaki okuma biçimi çok da farklı sayılmaz. Şimdilerde Deleuze üzerinden okusam da, o zamanlar Tavaslı üzerinden okumayla ne anladım pek emin değilim ama vardığım yer koca bir hiçlik oldu. Öte yandan Tanpınar tasvirli bir huzurun serencamı içindeydim. Yüzümdeki yarı metafizik yarı salakça gülümsemeyle gün boyu nohut yoluyordum tarlada. Nohutları derleyip pazara götüreceğimiz zaman gelip çatmıştı. Hemencecik gittim tekrardan o tuhaf dükkâna. Hayat o kadar kaotik ki, Lenin’in “Materyalizm ve Ampriokritisizm”ine rastladım. Kitabı iki pötiböre kıstırdığım güllü lokumun eşliğinde okumama rağmen mistik dünyama bir hançer gibi saplanmıştı. Korkmuştum hem isminden hem cisminden. Kitap ikinci eldi ve üzerinde “1978, Isparta” diye not düşülmüştü. Bir gizli mesaj mıydı yoksa o kitabı belki de Isparta’da okumuş ilk ve tek insana mı rastlamıştım bilmiyorum. Sorular çok karmaşık bir hal almaya başlamıştı. Bir tarafta nice baskı yapmış, on milyonun üzerinde satışla memleketin en çok satan kitabı konumundaki Yusuf Tavaslı’nın “Tam Namaz Hocası”, diğer tarafta muhtemelen dönemin siyasal atmosferinden etkilenen Burdurlu bir köy öğretmeninin gazete kağıdıyla kaplayıp okuduğu ve daha sonra korkuyla elinden çıkardığı Lenin’in “Materyalizm ve Ampriokritisizm”i. Sosyal gerçekliğin kaotik varoluşu beni derinden yaralamıştı. Kitabın süt kamyonuyla buralara gelmiş olabilme imkânının sosyo-politik çıkarımlarını düşündüm. Düşündüm, düş kurdum.

Geldiğim noktada, belki de Bergman, Bergson ve Massey Ferguson arasındaki sıra dışı bileşkede varettiğim sürreal bir düşten uyanıyordum. Ama hissettiklerim gerçekliğini ispat edercesine sessizdi.

Hatırlıyorum…


“Bir düşün peşinde başlayan bu bellek yolculuğu bir düşten uyanarak kendi serüvenini tamamlamıştır.”








image source: 
1- Farm 02 by Guimarconi on Deviantart http://delacorr.deviantart.com/art/Farm-02-27998635
2- Farm Life by Mrichston on Deviantart Clytie by Catipher on Devianart http://mrichston.deviantart.com/art/Farm-Life-22153339
Devamını oku...

1 Maykıl Ceksın: İkoncandan Çizgi Kahramana

Popüler kültürün seçme şansı var derler. 80’lerde seni seçmişlerdir maykıl buna inan. “Seni seçtim pikaçu” demişlerdi sana ve sen de tüm marifetlerini dünya ringinde eşe dosta düşmana gösterdin. Dönerek, ayda yürüyerek, 60 derece dikine yatarak ve her türden afilli hareketleri yaparak sen seçilmiş kişiydin maykıl.

Baban seni sopayla döverken aklından geri geri kaçmak geliyordu. Arkanı dönüp kaçamazdın bu intihar olurdu sen de ayda yürür gibi kaçtın. Sonra sen milyonlarca insanın karşısındayken baban Papanın ilahi bekçileri razzilere “onu sadece sopayla dövdüm o yüzden bu kadar yetenekli oldu” gibisinden fütursuz ve şuursuz açıklamalar yaptı. Sense mahşer-i cümbüşte siyahtan beyaza, insandan başka bi şeye dönüşüyordun.


Pop’un kralı olduğun gibi kraliçesi neden olmasın dedirttin. Anlıyorum siyah olmak iyi değildi fakat daha iyi veya kötü gibi herhangi bir ahlaki değer taşımayan bir şey oluvermiştin. Sen artık bir ikondun. Kitlelerin patavatsızca benimseyecekleri tüm yasadışı duygularını senin üzerine kusacakları bir pinokyo. Popüler iplerin olduğu gibi bu ipleri tutan hayranların vardı. Bir de “Ceksın’ın 5’lisi”


69-75 arası 13 albüm çıkarmıştınız. O kadar çok çalışıyordun ki yıldızlı döner toplardan yansıyan ışık gece klüplerinde senin için yanarken sen artık sadece MAYKIL’dın. Bir de ayda yürürdün. Astronotlar kendileri için küçük insanlık için büyük adımlar atarken sen her konserinde onlardan binlercesini attın. Ay’da ayak basmadık yer bırakmadın sonra dönüp ayak uçların üzerinde duruyordun. Yerçekimi olmayan bir kültürde ayaklarının üzerinde yine de duruyordun. Sonra birden çizgi kahraman oldun.


Bedeninden kopup giden sen, milyonların şehvetli arzularına dönüvermiştin. Karizma bir ceket, beyaz bile olmayan bir ten, siyah şapkanın altında kara kalem bir çalışma oluvermiştin. Ressamın seni önce siyah çizmişti sonra beğenmeyip beyaza boyamaya, sağını solunu silip düzeltmeye başladı. Fakat resim yapmakta başarılıyken silmekte o kadar yeteneksizdi. Artık buruşturulup çöpe atılacak bir eskizdin sadece. Öldüğünde kimse şaşırmadı. Çocuklara bile zaaflı gösterilen, bir öcü gibi kara maskeyle dolaşan ağır ağır ağrı kesicilerle beslenen bir “şey”din.

Bir efsane gibi doğdun bir efsane gibi mumyalandın. Ressamın seni silmek zorunda kaldı. Ve evet dediğin gibi oldu: All I wanna say is that They don’t really care about us! Seni kimse umursamamıştı.

Tam zamanında öldün yoksa BugsBunny gelip kocaman çekiciyle seni toprağa gömücekti. Milyonlarda buna gülecekti.

Devamını oku...

2 Temmuz 2009

3 Oh God!

“Bir ekmek, iki yumurta, bir de kısa vinstın. Ne ediyor usta?”


Çoğu acayip yakışıklı, tamamı fazlaca güzel. Hepsinde aynı hava var, aynı ağırlık, benzer ses tonları ve havalı duruş. Üstünde “Ben sıçmam, sıçandan haz etmem” büyüsü olan tuhaf insanlar. Ne Bim’den ucuz şokella almışlıkları var, ne de işkembe çorbasına bolca sirke dökmüşlükleri. Muhtemelen kremalı bisküviyi ikiye bölüp, önce içindeki kremayı yemenin yarattığı tuhaf duygusallıktan da bihaberler. Evlerinde bakkala gitmek için kullandıkları arkasına basılmış ayakkabı görmek de olası değildir (Bkz. Kamusal Alanda Arkasına Basılmış Ayakkabı). Gerçekten çok büyülülerdir ve bizi buna öyle bir inandırırlar ki, hiç birinin bildiğin insan olduğu, hatta bazen cırcır olduğu aklımıza gelmez. Öyle ki, bana bu cümleyi kurdururken “hatta” dedirtmektedirler. Onlar Amerikan filmlerinin kararlı ve gururlu, mağrur aktörleridir.

Maddi problemleri yoktur. Taksiye para verdikten sonra “üstü kalsın” muhabbeti çekmek onlara özgüdür. Çünkü her daim aceleleri vardır. İneceğin yere yaklaştıkça minibüsçüye verdiğin on milyonun üstü gelmediği için artan tedirginliğinden yoksundurlar. Senin, üstünü bahşiş diye bıraktığın tek şeyin kimsenin umurunda olmayan hayatın olduğunu bilmezler.

Sürekli büyük idealler peşinde ve ulvi amaçlar doğrultusunda koştururlar. Suç da büyüktür, kahramanlıkta. Kötülerin denyoluk seviyeleri ile dünyayı ele geçirme potansiyelleri ters orantılıdır ve o denyoluk seviyesi hep üst düzeydedir. Dünyayı kurtarmakla okula gidecek parayı denkleştirmek arasındaki seçimde, senin hangisinden yana hak kullanacağına dair fikirleri yoktur.

Dünyanın neresine gitseler kendi dillerini konuşacak birini bulmanın özgüveniyle başka hiçbir dile ilgi duymazlar. “Yuvarla gitsin” lafındaki derin mana ve ehemmiyeti çözemeyişleri bundan ötürüdür. Kendini bilmez insanlardır. Sürekli bağırarak konuşurlar ve (şüpheli) bütün duygusal tepkileri garip biçimde çok abartılıdır. “Aman Tanrım! Lanet olsun plan suya düştü” yerine “Allah belasını versin! Ha siktir, işte şimdi sıçtık” demenin kabalığına vakıf olamazlar.

Yemekleri kimin hazırladığı hep meçhuldür. Genelde hep sofrada, çok kibar görünürler ve bütün gün aç kalmanın yarattığı hayvanlıkla ekmeği kırmanın ve yemeğin suyuna banmanın estetiği karşısında donup kalmazlar. Yemek sonrası bir keyif sigarası yakmadıkları gibi, yakılan ender sigaraları asla tabakta söndürmezler. Buna müteakip, yemeğin üstüne piknik tüpünün üstünde demlenen çayı içerken az bulaşık çıksın diye beş bardağa kimse bir çay kaşığı getirmez evlerde.

Her gün aldıkları duşta sanki bir şelalenin altında gibidirler. Elektrikli şofbenin sigortayı her an attırma ihtimali yoktur kafalarında. Bu yüzden duşta sevişebilirler bile.

Velâkin mevzu haddinden uzundur ve yazar bu makalesinde kültürel görecelikten bahsetmiştir sanki. Gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var?
Devamını oku...
SST Atölye