8 Mayıs 2009

3 Hikaye - Kozmos

İnsan aklının sahip olduğu kavrama gücünün bugüne kadar keşfedebildiği boyut sayısı, biri şaibeli olmakla birlikte dörttür. Zaman, mekân, uzam ve bazılarına göre hiper gerçeklik, bazılarına göre sinerji, bazılarına göre ise, zaman, mekân ve uzamın toplamından daha fazla olan şey, yaşama ev sahipliği yapan hem içsel hem de dışsal bir yapı olarak evrensel bir sistemi ifade eder.

Muvakkat, muvaffak, muvakkit, vakit ve zaman benzeri anlam bağları taşıyan kelimelerdir fakat nesnel bir kanıt bulmak antropolojik çalışmaların eseri olabilir. Fakat bilinen o ki hepsi de vuku bulmak anlamıyla süre giden (ki süre gitmekte olan) bir niteliğe sahiptirler. Zaman gidilen bir yol olarak metaforik anlamların ötesinde somut denklik sağlayan bir anlama bürünür. Gerçek haliyle bile gidilendir zaman.

Zamanda gidiyor olmak, vuku bulmak diğer boyutların tümüne yayılmış, içselleşmiş ve bağıntılanmıştır. Fakat bilinen anlamıyla vakit nakit değildir. Nakit kökeni itibariyle nokta, çentik anlamına gelir ve durağan, sonlanmış bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla zaman sürmekte olan ise zamanın durağanlaştırılması ve tarihin sonuna geliyor olmak günümüz çarpık anlayışının özünü oluşturur.

Hikâye zamanın bu noktasında devreye girer. Hikâye anlatı demektir ve anlatı anlamak fiilinden türetilen fiil olarak hafızaya almak, idrak etmek anlamı taşır. Her bireyin hafıza oluşumu aynı zamanda insanlığın medeniyet oluşumudur. Hafıza tarihsel ve zamansal bir nitelikte olmakla bir süreci ifade eder. Bu durumda hikâye zaman içerisinde süre! giden idrakı temsil etmektedir.

Bir yaşam, zamanda vuku bularak ve hareket halindeyken hikâyesini meydana getirir. Hikâye zamanda süre giden bireyin kavramış olduklarının toplamıdır. Hikâye medeniyet ifade eder. Zamanda süre giden birey mekânda kendini olumlar. Mekân, pozisyon yer anlamına gelir ki kelime” yerini” bulur; pozisyon, durum ve pozitif anlamıyla yine olumlamak anlamına gelir. Fakat bu sefer hareket hali yoktur. Hal sabittir ve mekân bireyin süre giden kavrayışını anlık somutlamalarla taçlandırır. Mekân yapısal bir eylem içerir. Zamanda durağanken kendi içinde yapısal eylem haliyle süreklileşmiş bir hareketlilik içerir. Birey bu hareketlilik içinde iki boyutlu bir eyleme girişir. Şizofreninin yapısal kökeni de buradan gelir zaten. Zamanda süre giderken birey, mekânda kendini olumlayamadığı anda, çapraşık ve çoğulcu zihin tahayyülleri kendini gösterir. Zaman giderken durağan mekânda sadece fiziksel belleğimiz kalır. Bilinç hareket halindedir.

Hikâye bireyin mekândaki somutluğunu ifade eder. Mekândaki hareketlilik hikâyenin nesnesini meydana getirir. Hikâye ‘mekân’ da ‘vuku’ bulur. Uzam ise bu iki boyutun hem tamamlayıcısı hem de ürünüdür. Tam da bu noktada hikâye ruh kazanır. İnsan bilincinin zaman ve mekândaki hareketliliği, binlerce yılın idrakıyla hafızasında meydana getirdiği bilgiyi ruhsallaştırır. O yüzden hikâyede kadınızdır, erkeğizdir, karizmayızdır ve her ne kimliğe ve duruma bürünmüş olsak da bu birikimin bir sonucu olarak davranır, hareket eder, iletişir ve hikâyemizi yaratırız. Bir hikâye bireysel eylemlerin bir tahayyülü olabileceği gibi toplumsal eylemlerin tarihsel bir tahayyülü olarak da meydana gelebilir. Hikâye zaman, uzam ve mekânda kusursuz bir bileşim sonucu meydana gelir. Bunlardan biri veya diğerinden en ufak bir değişiklik olsa hikâyenin tümü toptan değişmiş demektir. Artık eski hikâye olmaz yerine bambaşka bir hikâye var olmuş demektir.

Zaman, mekân ve uzam birbirine göre süre gider, birbirine göre durağanlaşır ve birbirine göre sonuç veya neden olurlar. Birbirleri arasındaki kopmaz bağların kusursuz dengesi tamamıyla kusurlu beyinlerimizin bir ürünüdür. Koca bir kaosun içinden çıkan devasa bir sisteme benzer.

Bu kadar komplike bir süreç içersinde insan birçok benzerliğine rağmen herbirini, farklı kusursuz bileşimleri sonucu aynı olmayan zamanda, aynı fakat farklı mekânda ve doğal olarak farklı bir uzamda hikâyesini yaratır. Hikâyesini anlatır. Bir ikinci kişi ancak ya zamanda ya mekânda ya da tüm bunlardan öte uzamda şahit olmadığı bir hikâyeyi kendi hikâyesi olarak kavramaktan öteye gidemez.

Hikâye yine kusursuz bir biçimde anlatanın hikâyesidir. Bizi bir arada tutan bağlardan biri de işte bu sonsuz farklılıktır. Bu sayede anlatanın hikâyesini kendi hikâyemiz olarak kavrar ve kendi hikâyemizi karşıya iletiriz. Bu sayede aramızdaki ruh meydana gelir. Sosyal olmanın ruhu kusursuz farklılıklarımızdan gelir.

Hikâye devasa kalabalıklar içinde yalnızken bir arada olmaktır. Onun bir sonucu ve nedenidir. Tıpkı insan medeniyetinin kendisinin nedeni ve sonucu olduğu gibi…
Devamını oku...

6 Mayıs 2009

5 Hikaye - Paralel Dünyalar

Birbirine paralel iki kaynaktan yola çıkan iki doğru, Newton fiziğine göre ve Öklid geometrisine göre birbirine paralel bir şekilde ve hiç kesişmeden sonsuza dek yolculuklarına devam ederler. Fakat hem Newton’un hem de Euclid’in temel bakış açılarının dışında olan başka bir gerçek vardır. Paralel iki kaynaktan yola çıkan iki doğru paralel olmayan bir üçüncü doğru tarafından kesildiğinde üç doğrunun bileşiminden oluşan yeni geometrik şekil en basitinden birbiriyle çakışan bir şekil olmaktadır (Öklid aksiyomuna göre). Yine Öklid aksiyomuna göre birbirine çakışan şeyler birbiriyle eşittir. Bu durumda iki paralel doğru aynı zamanda kendilerine paralel olmayan doğruyla eşittir. Paralel doğrular aynı zamanda çakışan doğrulardır. Öte yandan Newton’un evrensellik anlayışına göre vuku bulan bu paralellik yasası aynı zamanda göreli bir hal alarak yerelleşir. Evrensellik, yerellik iddiası taşır ki bu durumda evren algımız bütünsellikten yoksun kalmaktadır.

Gayet sıcak bir çin vazosunda duran sarı papatyalar ve beyaz laleler, barok dönemi işlemeli bir sehpa üzerinde salonun en simetrik köşesinde duruyor. Kırmızı ve kahverengi tonlarıyla birbirine geçmiş el yapımı bir halı üzerinden dün geceden kalma boş kırmızı şarap şişesinin bir kısmı bu renkteki bir halının köşesinde öylece duruyor. Sanılan o ki, sahipleri tarafından şişenin hepsi içilmiş değil. Fakat huzur verici. Daha iki gün önce bir aydır kafasından atamadığı bir eski sevgili sendromunu ortadan kaldırmış biri salonun ortasında duruyor ve gülümseyerek pencerenin dışında dinlenmek için konmuş bir güvercine bakıyor. Salonun kapısını aniden açan başka biri “selam” diyor. Bu davetkâr bir giriş olsa gerek.

Duvardaki hâkim rengin siyah olduğu bir tablo dikkatini çekmekte. Farkına varmadan halının üzerindeki şarap şişesinin bir kısmına basmakta. Geceden açık kalmış televizyonun yorgun görüntüsü hemencecik dikkatini çekiyor. Pencerenin dışından gelen kanat sesleri kulağını tırmalamakta. İçten içe dün gece yaşadığı talihsizliğe hayıflanan uzun solukları kendisini ele veriyor. Durduğu salonun bir kapısı aniden açılıyor ve başka biri “selam” diyor. Bu rahatsız edici bir giriş olsa gerek.


Aynı salonu paylaşan iki kişinin farklı hikâyesi…

Denilen odur ki Einstein’a göre paralel iki doğru uzayda eğrilir ve birbiriyle çakışabilir. Sonsuza dek sürecek bir işlemi sonlandırmak, sonlanabilecek bir işlemi sonsuz kılmak anlamına gelir. Her paralel doğru birbiriyle çakışabiliyorsa paralellik sonlu bir şey olacaktır. Paralel olma hali ise sonlu birçok özelliği içerisinde barındıran sonsuz bir kavram olarak beyinlerimizde yer edecektir. Tıpkı hikâye gibi. İnsan yaşamının kaotik yapısı bizi aynı kaynaktan yola çıkan iki bireyin çakışan hikâyelerini anlatır ki aslında birbirleriyle paralellik de göstermez.


Ve son olarak denilebilir ki; iki bireyin farklı hikâyelerini anlatan bir üçüncü birey oldukça iki paralel doğru birbiriyle kesişebilir.

Hikâye içinde birçok hikâyenin olduğu bir üst anlatıdır. Aynı zamanda hikâye üstünde birçok anlatının bulunduğu efsaneler veya mitler gibi ilk anlatıdır. Kalabalık göstergelerin içinde yalnız bir simge olmak ancak göstergelerin ışığını kendi parlayan simgelerinle var etmektir.

Eğer ışık varsa yansıdığı maddeden ötürü olabilir mi?
Devamını oku...

2 Mayıs 2009

2 Kamusal Alanda Arkasına Basılmış Ayakkabı

-Terlik, elin hiç yardımı olmadan giyilmek üzere tasarlanmıştır.
Eğilmeye karşı duyulan nefretin anıtıdır.-
(T. Adorno, Minima Moralia'dan aktaran Felix Sarotti)

Adorno'nun terlik tanımını temel alırsak terliği terlik yapan şey onun eğilmeden giyilebilmesidir. Ancak bizim memlekette eğilmeden giyilebilen tek nesne terlik değildir. Arkasına basılmak suretiyle pekâlâ bir ayakkabı da eğilmeden giyilebilir. «Ayakkabının arkasına basma» olgusu, en başta bir tasarımın özünü başka bir tasarımın özüyle değiştirmek anlamına gelir. Bu bağlamda yenilikçi hatta devrimci bir eylem olarak yorumlanabilir. Ancak ben burada, «ayakkabının arkasına basma» problematiğini, modernleşme tarihimizin ve modernite algımızın bir metaforu olarak değerlendireceğim:
Modern ayakkabı taban kısmının geriye kalan kısımlarından farklı bir maddeden yapılmış ve de dikili olmasıyla atalarından ayrılır. Bizimde arkasına basmayı sevdiğimiz ayakkabı türü işte budur. Bu nedenle ayakkabı modernite'yi temsil eder, onu nasıl giydiğinse senin moderniteyle kurduğun ilişkiyi anlatır. Fenomenologların buyurduğu üzere bir evi, ev olarak niteleyebilmek için algı, evin ön cephesine bakmakla yetinir, arkasına sağına soluna bakmaya kasmaz. Ancak algılamakta olduğumuz nesne yalnızca ön cepheden ibaret bir film dekoru da olabilir. Bu bağlamda «görüngülerle özler bir değildir». İşte bizim arkasına basılmış ayakkabı da bu motto'ya güzel bir örnek teşkil eder. Arkasına baktığında onun özünde bir ayakkabı değil, eğilmeden giyilebildiği için bir terlik olduğunu anlarsın. Yani ayakkabı gibi görünen bir terlik. Modern gibi görünmenin, modern olmaktan daha değerli olduğu bir ülke. Bu durumda, bizler için görüngüler ve özler arasında tam anlamıyla bir ayrım olduğunu söylemeliyiz.
Görüngüleri ve görüngüler arasında ki ilişkiyi, özlerle bir tutan anlayışın adına da büyüklerimiz pozitivizm demişlerdir. Bu anlayışa göre insan, özgür irade’den yoksun, dış koşullar tarafından şekillenen ve belirlenen bir nesnedir. Bu bağlamda değiştirme, dönüştürme gücü insanın elinden alınmış, ona dış koşullara boyun eğmekten başka çare bırakılmamıştır. Böylesi bir insan tahayyülü gündelik yaşama “Yeğenim, bu memlekette hiçbir şey değişmez”, “Sana mı kaldı?” sözleriyle açığa çıkar ve mutlak kabullenişle ereğine ulaşır.
Ayrıca arkasına basılmış ayakkabı, yerinden daha kolay çıkar. Ani hareketlere gelmez. Bu yüzden basılan ayakkabıyı taşımak ayrı bir özene, ayrı bir nizama ihtiyaç duyar. Ayakkabının yerle ilişkisini mümkün olduğu kadar kesmemek icap eder. Bu amacı gerçekleştirmek için bulunmuş tekniğin adına da « ayak sürümek » denir ki aynı zamanda « gönderilen yere isteğiyle gitmemek » anlamına gelen bir deyimdir kendileri. Yoksa ayağımızı sürüyerek mi yürüyoruz biz bu yollarda, yani inanılanın aksine modern olmak için veya modern olduğumuzu ispatlamak için yanıp tutuşmuyor muyuz?

Bkz. Kamusal Alanda Terlik Sorunu
Devamını oku...

2 Makul sayı: 1/6

Pi sayısı, Fibonacci ardışıkları, Altın oran… Bunlardan ayrı bir matematik ve geometrik mantığın ürünü olan makul sayının hikâyesi ise, her gün yaşanılan gariplikleri itibariyle bir eşine daha rastlamanın zor olduğu bir ülkede başlar. Ma’kul, ‘akl’dan türemiş akla uygun, mantıklı anlamına gelen bir sıfattır. Ancak bu ülkede kastedilen anlamı “gereği düşünüldü” ile biçimlenir. Makul vatandaşların makul yaşamlarındaki makul davranışlarının idealize edildiği makuliyet esaslarıyla yönetilen bir ülkedir burası. En önemlisi tek bir kıstas vardır, her şey ikiye ayrılır: makul ve sözde. Bu kural, vatandaşların çok fazla sorgulayıcı, ayrıntılı düşünmelerine gerek kalmadan her şeyi basitçe kavrayabilmeleri için bulunmuştur. Senden değil, sana benzemiyorsa, senin gibi değilse sözdedir. Denileni yap, gerisine karışmadır temel felsefe. Bu kadar basit. Amma velâkin işler pek basitçe kavranacak şekilde gelişmez. Her şey karmakarışık ve ironiktir. Böyle olmasında ülkeyi yöneten kodamanların tatmin edilemez can sıkıntıları ve panik-agorafobi spektrumu bulunmaktadır. Öte yandan her şeyi yapan yapıcılar ise biraz sıkıntılıdır bu durumdan, daha farklı bir “can” sıkıntısıdır bu. Aslında herkes bir şekilde sıkıntılı ve gergindir bu ülkede. Bir takım hassasiyetleri, “birbirimize daha fazla kenetlenmemiz gereken” günleri, “arkadaşım, bakhh sevmesen de saygı göster” feveranları, ıvırları zıvırları, enteresanlıkları saymakla bitmez.
Bir gün yapıcılar, can vere vere geçen yılın bir günü, haykırmak isterler sıkıntılarını bir meydanda. Ancak kodamanlar agorafobik ataklar içindedir. Hemencecik hedehödü komitesini toplarlar ve ne yapalım da bir şey yapmasın bu yapıcılar diye karar alırlar. Makul kararlarını makul biçimlerde açıklarlar. Neden bu meydana çıkılamayacağı üzerine kanun hükmünde kararnamenin maddeleri şu şekildedir:

-Tatil oldu tatil, mis gibi ohh gidin evinizde yatın. Bu sıkıntılı günlerde başka sıkıntılar yaratmayın.

-Yapıcılar çıkarsa meydana, danalarda girmek ister bostana ve bostancılarımızla karşı karşıya kalırlar.
-Ana arterlerde tıkanıklık olur, olursa ne olur, kaos olur, o halde olmaz.
-Meydanın adını her şeye açık, yapıcılara kapalı olarak değiştirdik. Yani olmaz. Kanun var nizam var.

-Çakmağın gazı bitti, yaprak dökümü de iyice bozdu la, dudaklarımda çatladı zaten…
Açıklamalar peş peşe gelse de sıkıntılar ortadan kalkmayınca çözüm bir formülle bulunmaya çalışıldı. Tam olarak şöyleydi: Bir alanın dış çeperi hiç açık kalmayacak şekilde copcoplarla kaplanır. Oluşturulan çemberi içine alacak şekilde bir büyük kare daha çizilerek alana uzanan tüm doğrulara da kapatılmış olur. Bu uzamsal modelde çember öyle sıkı olur ki, anca makul sayı oranında girilebilir duruma gelir. Ayrıca tüm evrenden de soyutlanmış olur. Formül bulunmuş ve makul açıklama omuzlar yukarıda tekrar yapılmış oldu.

“Makul sayıda meydana girilebilir. Zaten çok büyük kalabalıklar olmayın, arakibutirofobimiz (yerfıstığı ezmesi yerken damağa yapışmasından duyulan korku) var. Ancak bazı küçük gruplara da kapalı, zaten o kadar küçükler ki, mini minnacıklar ki insanın eziveresi geliyor. Bunlar da münferit şeyler canım. Sözde bunlar. Orantısız güç kullanımı olur mu hiç. Bakın ne kadar orantılı ve simetrik dizdik copcopları. Makul sayıdaki makul vatandaşlara çiçek de vericez. Her şey tamam oldu, çözüldü yahu. Amma hizmet erbabı olmuşuz. Çok iyi çok iyi, süperiz, manyağız…”

İşte bu enteresan olay örgüsü içinde makul sayı insanlığa armağan edilmiş oldu. 1/6 (bir taksim altı, taş attı çamura yattı) ile ifade edilir. Yeni formüllere gebedir her şey ve kodamanlar öyle bir korku ve paranoya ile yönetirler ki bu ülkeyi enteresanlıkları tükenmez, bu günde kimi yapıcılar çalışmaya devam etmektedir. Ve can ve “can” sıkıntıları hiç bitmez… Sıkıldım, sıktınız beni, bu nasıl hikâye, talcidler peşi sıra…

Devamını oku...

1 Mayıs 2009

3 Hikaye

Dünyanın üzerinde şöyle birkaç tur atıyor olsaydık, her insan denilen canlının birbirine benzer özellikleri olduğunu görürdük. Önce iki kolu ve bacağı sonra bir kafası ardından da gözleri ve burnu olduğunu. Denilir ki bu benzerliklerin geçmişte insan ırkı için önemi büyüktür. Garip olan şu ki benzerliklerin fiziksel olduğu her bakış açısı herkesi peşi sıra sürükleyen mahşeri bir kalabalığın tasvirini canlandırır bizde. İnsan ırkının yarattığı tüm uygarlıklar aynı nizamda peşi sıra dizilmiş, kat kat veya yan yana mimari yapılardan, peşi sıra geçilebilecek, yürünebilecek ve öylece durulabilecek sokaklardan ve buna benzer birçok teknik yapıdan oluşur. İnsan ırkının birbirini görmeden birinin diğerine benzediğini farketmeden, kitleler ve kütleler halinde bir arada bulunmadan varlığını devam ettirebileceği mekânlar, zamanlar ve olaylar vuku bulmuş olabilir midir geçmişte veya olabilecek gelecekte? Diğer tüm canlıları esef altında bırakmadan denilebilecek en sade ve en masum görüş şudur ki insan her ne kadar birbirinden kopamayan, binlerce yılın alışkanlığını üzerinde taşıyan bir canlı olsa bile hele ki sosyal bir canlı iddiasının nesnesi olsa bile, birbirinden ve diğer her şeyden tamamen veya kısmen farklı binlerce dünyası olan benzersiz farklılıklara sahip olabilmektedir. Peki nasıl?

Hikâye…

İnsanlığın bugüne kadarki en ileri uygarlığının en modern (veya ne derecede ise) kentinin en büyük meydanında birbirini ezme cüretini gösterebilecek hınca hınç kalabalıklar içinde bile insan kendi kodlarıyla okuduğu yaşamını yine kendi kodlarıyla hayal dünyasına taşıyabilmektedir. Yine o kalabalıkta yalnız kalabilmektedir. Çünkü diğer herkesin olduğu gibi onun da bir hikâyesi vardır. Tek bir insanın uygarlığı, kitlelerin birbirini görmeden geçebilecekleri yan yana sokaklara, binlercesinin yaşayabileceği fakat birbirinin varlığından bile haberdar olamayacağı kentlere sahiptir. Ve bu uygarlık kalabalıkta yalnız olmayı bildiği gibi yalnızken kalabalık olabilecek kadar da çoktur. Günün popüler furyasında “Anlatılan senin hikâyendir” cüretini, babili yok etmiş akınların, bizansı yıkmış savaşların, romayı yakmış isyanların bile üstünde görme telaşını siz de yaşamıyor musunuz? Hikâye tek kişi uygarlığının özgür dünyası iken anlatılan nasıl benim olabilir. En basitinden ben anlatmadıysam. Hikâye, anlatan kişinin anlattığı insanları, olayları, mekânları ve zamanları sırasıyla aktör, senaryo, dekor ve perde yapan bir sahne değil midir? Hikâye, sahibinin uygarlığında görev verdiği hayalleri sahneye çıkartır. Sahne, hikâye oldukça insanı anlatır, anlattıkça hikâye olur.

Ve şimdi koca dünyada savaşlarla, krizlerle ve her türden salgınla mücadele eden sözde uygarlık, kendi vicdanının riyakârlığına göz kırparak sloganlar üretmekte.

“Çocuklar Ölmesin”
“Savaşı Durdur” ve vice versa…

Bunun gibi sloganları yok sayıp üstüne koyabileceğim, söyleyebileceğim ve benim diyebileceğim slogan şudur: “Tek kişinin uygarlığı ölmesin” “Anlatılan sadece anlatanın hikâyesidir”

Birbirini görmeyen insanlar olduğumuz zaman kalabalık olabileceğimizi hiç düşlediniz mi?
Devamını oku...
SST Atölye